11.yüzyıl, edebiyatta Farsça’nın, bilim dilinde ise Arapça’nın Türk kültürü ve dili üzerinde nüfuzunu artık iyice hissettirdiği bir dönem olmuştur. Divanü Lûgat-it-Türk böyle bir dönemde ortaya konulmuştur. Kaşgarlı Mahmut, bu nüfuzu ilk hissedip, sezen ve cevaba kalkışan insanlardandır. Eserde o zamanki yaygın kanaatin aksine, Türkçenin de en az Arapça kadar zengin bir dil olduğu ispat edilmeye çalışılmıştır. Eserin değeri sadece edebi değildir çünkü her kelimenin anlamı yanında o kelimeyi içeren bir cümle,bir şiir veya bir atasözü kullanılmıştır. Bu yüzden eski Türklerin yaşamları, adet ve gelenekleri, ağıtları, şiirleri,avları, yaşadıkları yerler hakkında da önemli bilgiler içermektedir. Bu anlamda coğrafya, sosyoloji,dil bilgisi bakımından da önem arz eden bir eserdir. Kaşgarlı Mahmut eserinin içinde sık sık milletini övmüş ona duyduğu sevgiyi her fırsatta dile getirmiştir.
“Gördüm ki Tanrı devlet güneşini Türklerin burçlarından doğdurdu feleklerin çemberlerini onların ellerinde döndürdü, Türk adını onlara kendisi verdi, Türkleri ellere sahip etti, bu asrın sultanlarını onlardan gönderdi cihandaki bütün milletlerin dizginlerini de Türklerin eline verdi…”
“Derdini dinletebilmek ve Türklerin gönlünü kazanmak ıçin onların kendi dilleri ile konuşmaktan gayrı yol yoktur.”
“Sözüne güvenilir Buhara ve Nişabur imamlarından duyduğuma göre Peygamber, Oğuz Türklerinin meydana çıkacaklarını söylediği sırada, (Türk dilini öğreniniz, çünkü bu millet için uzun bir saltanat mevuttur) mealinde bir hadîs buyurmuş. Bu hadîs doğru ise Türk dilini Öğrenmek, Tanrının emri ile boynumuza borçtur; doğru değilse o zaman da akıl bunu icabettirir”
“Türk dilinin Arap dilinden geri kalmadığı belli olsun diye, kullanılmakta olan kelimelerle bırakılmış olan kelimeleri bu kitapla birlikte yazmak arasıra içime doğar dururdu…”
“Kitaba Türklerin görgü ve bilgilerini göstermek maksadiyle, söyledikleri şiirlerden serpiştirdim, ak ve kara günlerinde yüksek düşüncelerle söylenmiş olan savlarını da aldım..”
Kaşgarlı Mahmut eserini yazarken Türklerin yaşadığı yerleri bizzat dolaşmış ve kendi edindiği bilgileri eserine aktarmıştır:
“Ben Türklerin en öz dillisi, en açık konuşanı, soyca en köklüsü, en iyi kargı kullananıyım. Onların yurtlarını baştan başa dolaştım. Türk, Türkmen, Oğuz, Çigil, Yağma, Kırgız boylarının manzumelerini belliyerek faydalandım. Bana sonsuz bir şeref, bitmez tükenmez bir azık olsun diye yazdığım bu kitabın adına da, Tanrıya sığınarak, (Türk Lûgatleri Divanı) dedim…”
Eski Türklerin cemiyet hayatları hakkında da fikir edinebileceğimiz bu kitaba bakarak şunu söyleyebiliriz; Türklerin yaşamında savaş olgusu o zamanlarda da önemli bir yer tutuyormuş ki eserde sık sık “Vuruş” denilen savaş tasvirleri,şiirleri yer alır. Savaşın dışında doğa betimlemeleri de önemli bir yer tutmaktadır. Mevsimlerin ve tabiatın eski Türkler için yeri ve önemi bu betimlemelerden az çok anlaşılabilir.
Mimarlığı ve ressamlığıyla tanınan Thomas Allom, 13 Şubat 1804’te dünyaya geldi. Kraliyet Akademisi’nden mezun olan Allom, daha sonra mimar Francis Goodwin’in yanında çalıştı. Fransa’da da çalışan Allom, burada, Dreux Şatosu için resimler yaptı. Daha sonra Londra’da birçok bina tasarladı. 1850’de Highbury’deki Mesih Kilisesi, 1856’da Nottinghill’de St. Peter Kilisesi’ni inşa etti. Çalışmaları ayrıca Liverpool’daki William Brown Kütüphanesinin tasarımını ve Nottingham yakınlarındaki Basford St. Leodegarius kilisesini de içermektedir. 9 yıl boyunca Mimar Goodwin’in yanında çıraklık yapan Allom’un bu süreçte ressamlık ve akademik eğitimden uzak kaldığı söylenebilir. Thomas Allom aynı zamanda İngiliz Kraliyet Mimarlar Akademisi kurucu üyelerindendir. Daha sonra mimarlığı terk edip Anadolu’ya, Suriye’ye ve Filistin’e yani o zamanki Osmanlı topraklarına seyahat etti.
Bu arada papaz olarak İstanbul’a giden Robert Walsh ise 1821’den (farklı zamanlarda ara vererek) 1835’e kadar oradaki İngiliz Elçiliği’nde konaklar. İstanbul’da yolları kesişen Allom ve Walsh ortaklaşa bir gezi albümü yapmaya karar verirler. Gravürleri elle renklendirilen bu albümün içerisinde onlarca Türkiye gravürü yer alır. Metin bölümünü ise Walsh yazmıştır. Eserde sadece İstanbul değil İzmir, Bergama gibi yerlerdeki antik eserlerinde gravürleri mevcuttur. Allom’un gravürleri ile süslenen ve Walsh’ın metnini yazdığı, çeşitli ülkelere dair büyük bir dizinin içinde yer alan bu kitap Constantinople and the Scenery of the Seven Churches of Asia Minor adıyla yayınlanmıştır. Kitabın içerisinde ilk önce resmedilen eser veya yer hakkında kısa kısa bilgiler daha sonra ise bahsedilen eserin gravürü yer alıyor ayrıca son sayfasında dönemin Osmanlı haritası bulunuyor.
(Kitabın son sayfasındaki harita)
Fotoğrafın henüz bulunmadığı bir dönemde, Osmanlı Devleti’nin başşehri İstanbul’u ve buradaki hayatı zarif bir üslûpla Batı’ya tanıtan Allom’un gravürlerinin birçoğu bugün birer belge niteliğindedir¹. Gravürler İstanbul’un gündelik yaşamını gösterme açısından çok zengin ve renklidir ayrıca bir çok camii ve anıt da tasvir edilmiştir.
İstanbul üzerine yapılmış resimlerinden bir kısmı şunlardır² :
1- Yeniköyde bir rum papazının yalısı: Eski Boğaziçinin çok güzel resimlerinden biridir. Pencereleri tahta kepenkli küçük ahşap yalılardan biridir ki zamanımızda tek örneği bile kalmamıştır.
2- Eyyubda Esma Sultan yalısı. Haliç yalılarının en büyüklerinden bir olan bu yalının muhteşem bir salonu.
3- Heybeliada
4- Eyyub sırtlarından Halicin ve İstanbulun görünüşü
5- Tophâne meydanı ve çeşmesi ve Tophâne pazarı; geride Nusretiye Camii bir asır evvelki İstanbulu canlandıran çok kıymetli bir resimdir.
6- Sultanahmed Camii (Camiin içi)
7- Beyoğlundan Kasımpaşaya doğru uzanan âşıklar mezarlığı
8- Balıklı kilisesi: Bu namlı kilisenin içerden yapılmış resmidir.
9- Kuleli süvari kışlası: Çengelköyü’ndeki bir askeri lisenin ilk yapıldığı zamanlardaki manzarasını göstermektedır ki iki başındaki dört köşeli iki kulesi ve bu kulelerin kurşun kaplı sivri külâhları ile pek zariftir. Bu resim Boğaziçinin eski manzarası bakımından da kıymetli bir vesikadır
10- Büyük Kapalıçarşı: Kalpakçıların eski halini göstermektedir.
11- Üsküdar İskelesi ve Mihrimah Camii: Bir tarafta iskele, kayıklar, bir kayıkçı kahvehanesi. bir tarafta Üçüncü Ahmed Çeşmesi görülmektedir.
12- Haremde cariyesinden saz dinliyen efendi: Daha ziyade garplının şark esrarı peşinde koşan meraklarını tatmin için yapılmış hayal mahsulü bir resim. Zengin efendi bir yer minderine oturmuş, bir elinde yelpaze, bir elinde nargile, yalınayak, fakat muhakkak ki ev kıyafeti değil çünkü iri püs küllü fesi ağabâni sarığı ile beraber başındadır. Esvapları fevkalâde müzeyyen iki cariye sedirin üstünde birinin kucağında bir ud vardır, beride de bir zenci haremağası elpençe divan duruyor.
13- Kahvehanede meddah: Deniz kenarında müzeyyen bir kahvehane mevkii mahsusunda oturan meddah hikâyesini ya bitirmiş yahutta ertesi gün devam etmek üzere heyecanlı bir yerinde kesmiştir. Kahveci parsa toplamaktadır.
14- Arzuhalci: Tophânede Kılıçalipaşa avlusunda, mektup veya arzuhal yazdıranlar yanlarında bir küçük kızcağızla iki feraceli hanımdır. Bir hasır üzerinde oturan arzuhalci kuşağında diviti ve önünde yazı rahlesi ile pek tipik bir simadır; geride Nusretiye Camii görülmektedir.
15- Padişahın Eyyubsultan ziyaretinden dönüşü: Camii Kebirin yan kapısından çıkan hükümdar, at ile Bostan iskelesine gelmektedir
16- Atmeydanı, Dikilitaş ve Sultanahmed Camii
17- Üsküdar sahilinden Kızkulesi ve İstanbul: mevsim yazdır. Üsküdar sahilinde on on beş kişi denize girmiş. Az ilerden bir pazar kayığı geçmektedir. Kızkulesi yanan ahşap kuledir; liman yelkenlilerle doludur.
18- Tophâne Sahili: Nusretiye Camiinden.
Kaynaklar:
1.Reşad Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi, 1959 2.Semavi Eyice, DİA, Thomas Allom 3.Thomas Allom, Constantinople and the Scenery of the Seven Churches of Asia Minor, 1838 (Gravürler)
00yalcnosmansefahttps://www.30eksi.com/wp-content/uploads/2020/11/30eksi-header-300x84.pngyalcnosmansefa2019-10-03 12:07:272019-10-03 12:07:27Thomas Allom’un Osmanlı Gravürleri Üzerine
Daha önceleri Çin egemenliği altında yaşayan Vietnam, bir çok Asya ve Afrika ülkesinin yaşadığı kaderi yaşamış ve 19.yüzyılda Fransızların -Batılıların- işgaline uğramıştır. 1940’ta ise Japonya’nın Vietnam’ı işgali üzerine, Vietnam’da mevcut bulunan bağımsızlık hareketlerinin hepsi bir çatı altında toplanmış ve birleşime “Viet Minh” adı verilmiştir.
Japonya’nın 1945 teslim olması üzerine Vietnam’daki komünist hareketin lideri Ho Şi Minh, Kuzey Vietnam’da bir cumhuriyet kurduğu ilan etmiştir. 1954 yılında ise resmen ikiye bölünen Vietnam’ın kuzeyinde Ho Şi Minh liderliğinde, Çin destekli komünist bir yönetim, Güney tarafında ise İngiltere ve ABD destekli bir yönetim kurulmuştur. 1954 yılında yapılan Cenevre Anlaşmasına göre, 1956 yılında uluslararası gözlemciler eşliğinde bir seçim yapılacaktı ve bu seçimin sonucunda hükümetlerin birleştirilmesi öngörülmüştü. Ancak ABD ve ABD destekli Güney Yönetimi aksi davranışlar sergilemiş ve birleşik bir yönetim kurulması imkansız hale gelmişti. Bu anlaşmadan sonra Kuzey Vietnam Sovyetler ve Çin’den büyük destek görmeye başlamıştır. Komünizmin Asya’da yayılmasından çekinen ABD ise güneyde otoriter bir yönetim kurulmasına ön ayak olmuştur. Bu arada Ho Şi Minh ise Vietnam’ın tamamına hakim olup, komünizmi yaymak istiyordu. ABD Kuzey Vietnam’ın Güney Vietnam’daki faaliyetlerini engellemek için Güney Vietnam’a askeri yardım yapmış ve bölgeye asker göndermiştir.
Her iki taraf için de çok zor geçen bu savaş yaklaşık dört milyon insanın ölümüne neden olmuş, Birleşik Devletler Ordusu ise büyük kayıplar vermiştir. Her iki tarafın da birbirine çok acımasızca davrandığı bu savaş; yakılan köyler, sivil katliamları, helikopterlerden atılan Vietkong askerleri ,işkence edilen ABD askerleri gibi olaylara sahne olmuştur. Savaş 21 yıl sürmüş, 1975 yılında ise Kuzey Vietnam, Güney Vietnam’ın başkenti Saygon’a girmiş ve savaşa son vermiştir. Vietnam ise yabancı ülkelerin istediği gibi iki parçaya bölünmemiştir.
Uzun yıllar süren bu savaş ABD’de savaş karşıtı kamuoyunun güçlenmesine neden olmuş, savaş karşıtı bu kamuoyu giderek büyürken, bir yandan da savaşı destekleyen bir akım da ortaya çıkmıştır. Bir çok filme ve kitaba konu olan Vietnam Savaşı’na, müzik dünyası da sessiz kalmamıştır. ABD’de müzik dünyası da bu bölünmeden payını almış, “güvercinler” ve “şahinler” olarak ikiye bölünmüş, en çok tartışılan konulardan biri savaş olmuştur. Bu bölünme beraberinde “güvercinler” ve “şahinler” tarafından onlarca şarkı yapılmasına neden olmuştur.
Biz de burada o şarkılardan bazılarını göstereceğiz:
https://www.30eksi.com/wp-content/uploads/2019/11/1_sjajwmguk__3pdcufulaka-1.jpeg10801080yalcnosmansefahttps://www.30eksi.com/wp-content/uploads/2020/11/30eksi-header-300x84.pngyalcnosmansefa2019-09-18 19:48:452019-09-18 19:48:45Vietnam Savaşı ve Müzik Dünyasındaki Bazı Akisleri
Osmanlı ve Doğu memleketleri Batılı gezginler için her zaman merak konusu olmuştur. Oryantalizm denilen akımın oluşmasını sağlayan bu merak, gezginleri gittikleri yerlerin tasvirini,resimlerini yapmaya sevk etmiştir. Özellikle İtalyan ressamların bu konularda büyük etkinlikleri olmuş ve çoğu bizzat sarayın baş ressamı olmuş, padişah himayesinde işlerini yapmışlardır.
(XIX. yüzyılda gelişen bir bilim dalı olan Oryantalizm, Fransızca “Orientalisme” kelimesinden türemiştir. Bu kelime başlangıçta Doğu insanlarının dinlerinin, dillerinin ve tarihlerinin incelenmesi anlamında kullanılmıştır. Yüzyılın ortasında özellikle Theophile Gautier’nin yazıları yoluyla bu terim, Doğu dünyasını konu alan bir resim türü için kullanılmıştır.
O zamandan beri Oryantalizm, Batılıların İslam dünyası karşısındaki tavırlarını belirten genel bir terim olarak benimsenmiştir. Oryantalist ressamların ortak yanı üslupları değil ele aldıkları konulardır(Zeynep İnankur- Selma Germaner,1989,s. 3-7 ).
Oryantalizm önce bilimde, ardından edebiyat, tiyatro müzik, mimarlık ve güzel sanatlar da, XIX. yüzyılın Batı dünyasını etkisi altına almış bir olgudur. Bu yüzyılın siyasi olayları ekonomik ilişkiler, bilimsel ve arkeolojik araştırmalar, Doğu’ya yapılan gezi koşullarının düzenlenmesine Romantizmin etkileri Avrupa’da zaten yüzyıllardır Doğu ülkelerine karşı duyulan ilgiyi artırmış ve bir Oryantalizm modasının doğmasına yol açmıştır. (Akademik Bakış Dergisi Sayı: 30 Mayıs-Haziran 2012 Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi ISSN:1694-528X İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi, Türk Dünyası Kırgız – Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü, Celalabat – Kırgızistan) )
Hayal dünyalarında yarattıkları doğu imajı erken dönemlerden beri doğuya yapılan seyahatlerin ve merakın sebebi olmuş, o dönemler doğudaki toprakların büyük bölümüne hakim olması sebebiyle Osmanlı İmparatorluğu bu seyahatlerin merkezi olmuştur. Hayal dünyalarındaki bu egzotik ve esrarlı Doğu’yu kimi zaman abartılı olarak, kimi zaman da kendi içinde bizzat bulunarak eserlerinde tasvir etmişlerdir.
Bu ressam ve oryantalistlerden biri de Giovanni Jean Brindesi’dir. Yukarıda da bu akımda İtalyan oryantalistlerin çok büyük yeri olduğunu belirtmiştik. Brindesi de bir İtalyandı.Abdülmecid döneminin sivil ve askeri tiplerini resmeden Brindesi, bunun yanında Haliç ve Boğaz’ın da bulunduğu İstanbul’un çeşitli yerlerinin gravürlerini yapmıştır.
Yaptığı resim ve gravürleri iki albümde toplayan Brindesi, ilk albümde sadrazam, kazasker, kaptan paşa, yeniçeri ağası, şeyhülislam, kızlarağası, başçuhadar, silahtar ağa gibi ordu ve devlet ileri gelenlerini ve kalyoncu, nizam-ı cedit neferi, humbaracı nefer, peyk, solak gibi Osmanlı Ordusu’nun mensuplarını tasvir etmiştir. İkinci albümde ise İstanbul’un günlük yaşamından kesitler yer almaktadır. Lemercier tarafından yayımlanan “Toures de Constantinople” ve “Souvenir de Constantinople” adlı bu iki albümde Pitoresk hayat sahneleri ile İstanbul’u tasvir etmiştir. Albümler İstanbul Topkapı Sarayı müzesinde ve İstanbul Üniversitesi kütüphanesinde bulunmaktadır.
Brindesi’nin bazı eserleri (Bu eserlerin çoğu sonradan başka gravürcüler tarafından renklendirilmiştir.) :
https://www.30eksi.com/wp-content/uploads/2019/11/1_zo4kcjgkmpl1wqtwrm-kcg-1.jpeg475646yalcnosmansefahttps://www.30eksi.com/wp-content/uploads/2020/11/30eksi-header-300x84.pngyalcnosmansefa2019-09-16 19:41:502019-09-16 19:41:50Bir İstanbul Ressamı Giovanni Jean Brindesi
Bu itirafı çok gizli olmak şartıyla bulabilmek için XVIII. yüzyıla kadar gelmek lâzımdır. Ahmed III’ün sefiri Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi 1721’de gittiği Paris’i, Evliya Çelebi’nin Viyana’yı seyrettiği gibi Kanuni asrının şanlı hâtıraları arasından ve bir serhat mücahidinin mağrur gözüyle görmez.O, XVIII. asır Paris’ine Karlofça’nın ve Pasarofça’nın millî şuurda açtığı hazin gediklerden ve devlet işlerinde pişmiş zeki bir memurun tecrübesiyle bakar. Filhakika aradaki zaman zarfında imparatorluk iki büyük ve kanlı macera geçirmiş, cihangir muharip ve mücahit gururu yaralanmış, üstüste Budin’i ve Belgrat’ı kaybetmiş, velhâsıl, şartlar mühim bir surette ve aleyhimizde olarak değişmiş bulunuyordu. Üstelik Evliya Çelebi’nin uzak bir tehdit halinde sezdiği Rus tehlikesi artık fiilen mevcuttu.
Hiç bir kitap garplılaşma tarihimizde bu küçük “Sefaretnâme” kadar mühim bir yer tutmaz. Okuyucu üzerinde “Binbir Gece”ye iklim ve mâhiyet değiştirmiş hissini bırakan bu kitabın hemen her satırında gizli bir mukayese fikrinin beraberce yürüdüğü görülür. Hakikatte bu sefaretnâmede bütün bir program gizlidir.
Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin “Sefâretnâme»sinin devrine doğrudan doğruya müessir olduğunu kabul etmesek bile, bu kitabı zamanında az çok mevcut olan bir ruh hâletinin ifadelerinden biri olarak görmek lâzım gelecektir. Filhakika Avrupa ile münasebet!İlişkilerimizin bu kadar sıklaştığı bir devir pek azdır. Bu, Fâtih’den beri İstanbul’da mevcut olan ecnebi kolonisinin yavaş yavaş yüksek tabakanın hayatına az çok girmeğe başladığı devirdir.
Yukarıda bu Sefaretname’nin batılılaşma yolunda ne ifade ettiğini,Osmanlı’nın, Sefaretname’nin yazıldığı dönemde Batı’ya nasıl baktığını göstermek için Ahmet Hamdi Tanpınar’dan bir alıntı yaptık.Asıl konumuz Mehmet Çelebi’nin ilk kez gördüğü operayı sefaretnamesinde yazıya dökmesi…
Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Paris Sefaretnamesi,Osmanlı sefaretnameleri içinde en dikkat çekenlerinden biridir.Sefaretnamenin ayrıca tarihi ve edebi bakımdan da önemi büyüktür.Mehmet Çelebi Yeniçeri Ocağı’nın yirmisekizinci ortasına kayıtlı olması nedeniyle bu lakabı almıştır.Osmanlı’yı yurtdışında çok güzel bir şekilde temsil eden Yirmisekiz Mehmet Çelebi,1720 yılının başlarında kalabalık bir heyetle Fransa’ya doğru yola çıkmış,kırk altı gün sonra Toulon’a varmıştır.Daha sonra Paris’e geçen Mehmet Çelebi,Paris’te,büyük kalabalıklarla karşılanmış,Paris’in halkı,sosyetesi ona büyük alaka ve hürmet göstermiştir.
Yirmisekiz Çelebi’nin yaşadığı dönemde Osmanlı ilk defa yüzünü-ilk defa askeri olarak üstün konuma geldiğini kabul etmiş- Batı’ya dönmüş,onun gücünü farketmiştir.Ciddi toprak kayıplarıyla karşı karşıya kalan Osmanlı,Batı’yla temaslar kurmaya karar vermiş ve Yirmisekiz Mehmet Çelebi’yi Fransa’ya yollamıştır.Ülkeye dönüşte padişah III.Ahmed’e sunulan bu eser aslında Sefaretname-i Fransa adını taşır.
Yirmisekiz Çelebi,kralla birlikte ava gittiğini,kralın sarayını gezdiğini anlattığı sefaretnamede en güzel yerlerden biri operayı ilk kez gördüğü ve anlattığı bölümdür.Operayı ilk defa gören Mehmed Çelebi bunu uzun uzun anlatmış ve hayretini gizleyememiştir.(Ayrıca Paris’in kale ve istihkâmlarını gezdi ve kendisini hayretler içinde bırakan operaya da gitti. Onun izlediği opera Thésée’dir ve bu lirik trajedinin librettosu Quinault imzasını taşıyordu. Oyunu besteleyen de Lulli’dir. Mehmed Efendi’nin kralla birlikte izlediği opera sarayda temsil edilmiş, ayrıca oğlu Said Efendi Les Fêtes Venitiennes balesini izlemiştir. Çelebi Mehmed’in ikinci defa gittiği opera sözlerini La Mothe’un yazdığı La Tragédie d’Omphale’dir; bestecisi de Destouches’dur.(Zeki Arıkan))
Sadece Paris’e mahsus, adına «Opera» denilen bir oyun çeşidi varmış, burada çok tuhaf sanat ve hünerler gösteriyorlarmış. Operayı büyük topluluklar seyrediyorlar, daha çok da şehrin zengin tabakası hoşlanıyormuş. Arasıra Vasi’nin geldiği de oluyormuş.
Vasi bir gün bizi buraya davet etti. Biz de gitmeyi kabul ettik. Entroduktor, Kral tarafından bir araba getirdi, daire halkımızla arabaya binip Opera oynanacak yere gittik. Opera binası Vasi’nin sarayının hemen yanındaydı. Bu saray, özellikle bu Opera denen oyun İçin yapılmış. Burada herkesin derece ve rütbesine göre ayrı ayrı oturacak yerleri vardı.
Bizi kralın oturduğu yere götürdüler. Burası kırmızı kadifeyle döşeliydi. Vasi de gelmiş, yerine oturmuştu. Binanın her tarafı kadın ve erkekle ağzına kadar doluydu. Yüzden fazla çeşitli çalgı âletleri duruyordu. Akşama da bir saat kadar vardı. Her taraf kapalı olduğundan, İçerde yanan yüzlerce balmumu ve avize ortalığı aydınlatıyordu. Bu büyük salon İçin büyük masraflar yapıldığı anlaşılıyor; trabzanlar, direkler ve dört bir yan, tavan da dahil altın yaldızlı oymalarla süslenmişti. Operaya gelen kadınlar da sanki İpekli kumaşlara ve mücevherlere batmışlardı. Kadınlar bu kıyafetleriyle mum alevlerinin önünden geçtikçe öyle şaşırtıcı bir manzara meydana geliyordu ki burada anlatamam.
Önümüze, saz takımının oturduğu yere, İşlemeli büyük bir perde asmışlardı. Gelen halkın hepsi yerlerine yerleştikten sonra, önümüzdeki perde aniden yukarı kaldırıldı ve arkasından orta yere büyük bir saray çıkıverdi. Oyuncular sarayın bahçesinde kendi özel kıyafetleriyle ve yirmi kadar peri yüzlü kız pırıl pırıl taşlı elbiseleriyle ortalığı aydınlatırlarken, çalgılar da ortalığı nağmeye boğdular. Bir süre dansettikten sonra, Operaya başladılar. Opera denilen oyunda herhangi bir hikâye canlı olarak oynanmaktadır. Burada oynanan bütün hikâyeleri kitap olarak basmışlar, hepsi otuz kitap olmuş. Her hikâyenin ayrı ayrı adı var. Ayrıca, her hikâyeyi her oyunda daha henüz yeni oynuyorlarmış gibi gösteriyorlarmış. Bizim gelip seyrettiğimiz oyunda bir padişah vardı, bu padişah başka bir padişahın kızına âşık oldu ve onu İstedi. Meğer kız da başka bir padişahın oğluna âşık olmuş. Oyun süresince, birbirleri arasında geçenleri ayrı ayrı gösterdiler. Meselâ padişah kızın bahçesine gidecek oldu, önümüzdeki saray bir anda kayboldu, yerine limon ve turunç ağaçlarıyla dolu bir bahçe çıkıverdi. Oyunun başka bir yerinde padişah dua etmek için kiliseye gidecek oldu, bahçede hemen büyük bir kilise göründü. Padişahla kızın arasını soğutup birbirlerinden ayırmak gerekti, sihirbaza başvurdular, ortaya bir sürü sihirbaz çıkıverdi. Atlı ve yaya askerlerle çeşitli savaşlar gösterdiler. Gökten bulutla yere İnsanlar İndi, yerden göğe doğru yine başka İnsanlar çıktılar.
Kısaca, insanı hayrette bırakan o kadar çeşitli şeyler gösterdiler ki, bunların hepsini burada anlatabilmeme imkân yok.
Gök gürlemeleri ve şimşek çakışları gösterdiler. Gördüğümüz bütün bu şeyler bizzat gözle görülmeyince inanılamayacak kadar tuhaf şeylerdir. Gösterilen garipliklerin hepsini seyrettik. Hele aşk sahnelerini o kadar canlı gösterdiler ki, gerek padişahın, gerek kızın ve gerekse kral oğlunun tavır ve hareketlerine baktıkça insanın acıyacağı geliyordu.
Operanın oldukça kibar bir idarecisi de vardı. Opera çok masraflı bir sanat olduğundan, geliri için büyük devlet malları bağlamışlar. Opera aynı zamanda Paris’in özelliklerinden birisiymiş de.Opera üç saat kadar sürdü, bitince, kalkıp geriye konağımıza geldik.
Bir iki gün sonra tekrar Entroduktor gelip: “Kralın sarayında opera düzenlenecektir. Gelirseniz çok hoşlanacaksınız. Hem Kralla yanyana oturursunuz. Kralın sağ tarafında akrabası ve Prensler vardır. Sol tarafında da elçilerin yeri vardır. Geldiklerinde herkes rütbe sırasına göre oturur. Siz ise bütün elçilerin önüne geçip Kral’ın yanına oturursunuz.” dedi.
Yapılan teklifi memnuniyetle kabul edip, çağırılan günü ikindi sıralarında saraya gittik. Kralın sarayında. Divanhane tarafında, sadece böyle toplantılar için ayrı bir dans salonu yapmışlardı. Bu salon, daha önce gittiğimiz salondan hem daha büyük, hem de daha çok masrafla yapılmışa benziyordu. Duvarları somaki mermerden, yaldızlı acayip resimlerle süslenmişti. Tavana kadar dört kat halinde localar yapılmıştı, bakır, çalığı mermerden tırabzanlarıyla oldukça güzel ve hoş, bir salondu.
Biz içeri girdiğimizde, zengin kadınlarının çoğu altınlar içinde ve ziynete batmış mücevher elbiselerle gelmişler, her biri ayrı bir locada oturuyorlardı!. Merdivenlerden yukarı çıktık. Kral için bir sandalye koymuşlar, Kralın soluna rastlayan sandalyelerin ilkine oturduk. Oraya toplananlar şehir operasına gelenlerden çok fazlaydı.
Biz oturur oturmaz Kral da geldi, yerine oturdu. Sağ tarafına amcasının kızı Matmazel de Charles Conde adındaki ay parçası, soluna bir başka amca kızı Matmazel de Laroche Severin Conti mücevherlere boğulmuş olarak gelip oturdular. Bizim yerimiz de hemen onların yanlarındaydı. Yine ön tarafta, üzerine bir hayli emek verildiği anlaşılan, nakışlı bir perde asılıydı. Perde birdenbire yukarı kalktı, ortaya çıkan sahneye peri yüzlü kızlar doldular. Onların arkalarında da bir güneş doğdu. Kocaman bir sini büyüklüğündeki güneşi altından yapmışlar. Güneşin arka cephesinde parıldayan mumlar, seyircilere, güneşin ışık saçtığı izlenimini veriyordu. Opera şarkıcılarının çalgı takımını getirmişler. Hep birden çalmaya başlayınca, kızlar da çalınan parçaya uyarak dansetmeğe başladılar. Söylediklerine göre dansedenler, Prens, Mareşal, Duka ve Bey çocuklarıymış; Kralın sarayında ancak bunlar dansedebilirlermiş. Aynı boyda ve aynı yaştaki bu gençler sekizer sekizer gruplar halinde dansettiler. Bunların sadece dans için, sırmayla ipek kumaş üzerine işlenmiş ayrı elbiseleri vardı. Başlarına da sorguç biçiminde birer başlık geçirmişler, güzel kokulu siyah macunlar ve kızıllık düzgünleri sürünerek güzelliklerini bir kat daha arttırmışlardı.
Opera halkı tam kadro halinde beklerken, tuhaf taklitler yaparak çeşitli oyunlar oynadılar. Oyunlar bitince Kral kalktı gitti, biz de konağımıza geldik. Vasi Duka Dorleans’ın şehre bir saat uzaklıkta bir sarayı varmış. Adına Saint Cloud diyorlarmış. Vasi’nin yaşlı annesi hâlen o sarayda oturuyormuş. Bize gelip: “Oldukça güzel bir bahçesi vardır. Eğer seyretmek isterseniz gidelim. Hem o gün Fransız askerinin kumandanı durumunda olan Mösyö de Baron da geleceklerdir. Ayrıca o size yiyecek ve araba temin edecektir.” dediler.
O gün öğle üzeri arabalara binip çağırılan yere gittik. Şehrin bitiminden saray bahçesine varıncaya kadar iki tarafa dikilmiş ulu ağaçlar arasından geçerek saraya geldik. Gözlerimizin önünde öyle güzel bir düzen vardı ki, burada anlatabilmeme imkân yok. Vasi gelince, kendisinin oturduğu odaları sırayla teker teker dolaştık. Anasının odası, sırmayla işlenmiş seccadelerle süslü, görülmemiş ufak tefek değerli eşyalarla doldurulmuştu…
Bütün bunlara bakılarak kültürel münasebetlerin tesis ve tanzimi için Fransa’da tetkik yapmağa gitmiş gibi görünen Yirmi Sekiz Çelebi’nin ayrıca bir de siyasî vazifesi vardı: Fransa ve İspanya ile ‘tecavüzî ve tedafüî bir ittifak akdini temin suretiyle Avusturya’ya karşı müttehit bir hareket imkânını hazırlamak.Tarih, Fransızların bu teklifi savsakladıklarını ve bu vesile ile şarkta yeniden bir takım ticarî menfaatler teminine çalıştıklarını gösteriyor. Mehmet Çelebi bu vazifesinde muvaffak olamıyacağını anlayıncadır ki, süratle memleketine dönmek lüzumunu duymuştur.
Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi, Fransa’dan döndükten sonra defter emini, 1722’de rûznâmçe-i evvel, 1724’te başmuhasebeci oldu. Çerkez Mehmed’in malını zapt için Mısır’a gönderildi (1730). Patrona Ayaklanması’ndan sonra III. Ahmed’e ve Damad İbrâhim Paşa’ya yakınlığı gerekçesiyle Lefkoşe’ye sürüldü ve 1144’te (1731) orada vefat etti. Ölüm tarihi her ne kadar 1732 olarak gösteriliyorsa da mezar kitâbesine göre bu tarih 1731 olmalıdır. Lefkoşe’de Sinan Paşa Camii’nin hazîresinde bulunan mezar taşı kitâbesinde şöyle yazmaktadır: “Bin yüz kırk dört muharreminin on dördüncü günü vefat eden, Yirmisekiz Çelebi demekle mâruf, sâbıkan rûznâmçe-i evvel Mehmed Efendi merhumun kabridir el-Fâtiha sene 1144 (19 Temmuz 1731).” (Zeki Arıkan)
Kaynaklar:
Faik Reşit Unat,Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri,Türk Tarih Kurumu Basımevi 1968
Yirmi Sekiz Mehmed Çelebi Sefaretnamesi,1975
Ahmet Hamdi Tanpınar,19.Asır Türk Edebiyatı Tarihi,Çağlayan Kitabevi,1988
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Cilt IV/1
Cevdet Perin,Tanzimat Edebiyatında Fransız Tesiri,Pulhan Matbaası,1946
https://www.30eksi.com/wp-content/uploads/2019/11/1_qlkrdhr1nbs0c2yt6it0dw-1.jpeg667459yalcnosmansefahttps://www.30eksi.com/wp-content/uploads/2020/11/30eksi-header-300x84.pngyalcnosmansefa2019-09-13 19:33:562019-09-13 19:33:56Yirmisekiz Çelebi Mehmet Opera Temaşasını Anlatıyor
9 Eylül 1911’de başlayıp,on iki yıl boyunca devam eden bir harp devresinin son günü.9 Eylül Türkiye için savaşın sadece cephe hattında bittiği anlamına gelen bir tarihti…
“Felaketin bin acısına mukabil bir hayrı da olmaz olur mu? Yunanlılar bin seneden beri Hudâvendigar toprağına kök salmış olan Türklüğün köklerini koparmaya savaşırken o topraklar altında yatan ilk Türk beylerini, ilk İslâm şehitlerini, ilk Osmanlı padişahlarını uyandırdılar, (..) Bu saat Hudâvendigâr toprağına doğru bütün Anadolu’da öyle önüne geçilmez bir yürüyüş var, Tesalya ovalarını inleten meşhur türkü bütün Anadolu vadilerinden geliyor:
Eğil dağlar eğil üstünden aşam , Yeni talim çıkmış varam alışam!”
Dünya Savaşı’ndan sonra gelen yenilgi üzerine Sadrazam Ahmet İzzet Paşa Wilson İlkeleri çerçevesinde bir anlaşma imzalanmasını istemişti.Bu sebeble Mondros Mütarekesi imzalanmıştı.Ama ne hükümet ne de halk bu mütarekenin gerçek niyetinin farkında değildi.
İngiltere siyasi müttefiklerine daha savaş devam ederken tatmin amacıyla bazı vaatler vermişti.Osmanlı Devleti ise savaşın iki yıl uzamasına neden olmuş, geniş topraklara yaymış ve boğazları kapatmıştı.Güya Türkler bunun hesabını ödeyecek ve bu da toprak koparma yoluyla halledilecekti.Batılıların bu hissiyatından en çok faydalananlardan biri de Yunanistan olacaktı.
Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin yenilgisi bazı çevrelerin -zaten Türk toprakları üzerinde belli emelleri olanların- Türk toprakları üzerindeki iştahlarını daha çok kabartmıştı.Bu yenilgi ayrıca Türk milletini iyice endişeye sevk etmişti.Çünkü -özellikle batı tarafında- Yunanistan/Rumlar toprak sevdasına düşmüştü.Avrupa’nın şımarık çocuğu Yunanistan, Türkleri Asya taraflarına doğru geriletmek ve Ege’nin büyük bölümünü elde etmeyi düşlüyordu.
Birinci Dünya Savaşı’nın kaybedilmesinin ardından imzalanan Mondros Mütarekesi sonrasında, Anadolu’da işgaller başlamıştır. Daha önceki gizli antlaşmalarda İtalya’ya verilen ancak Paris Barış Konferansı’nda İngiltere’nin desteği ile İzmir’i işgal etme iznini elde eden Yunanlılar, işgal için hazırlıkları hızlandırmışlar, 15 Mayıs 1919 tarihinde de 9 Eylül 1922 tarihine kadar sürecek işgal hareketini başlatmışlardır.
14 Mayıs 1919 günü saat 23.30’da, yâni memleketin her yerinde günlük faaliyetlerin sona erdiği ve herkesin evine çekilmiş olabileceği bir saatte Amiral Calthorpe’un ikinci notası İzmir valisine ve kolordu komutanına tebliğ edilmişti.Bu notada: “Mondros Mütarekenamesi’nin 7nci maddesi gereğince, İtilâf Devletleri namına, İzmir’in Yunan askerî birlikleri tarafından işgal olunacağı, bu kararın Babıâli’ye bildirildiği ve çıkarma kuvvetlerinin ertesi gün (15 Mayıs 1919) saat 08.00’de İzmir’e muvasalat edecekleri. Yunan deniz silâhlı müfrezelerinin 07.00’den itibaren iskeletleri işgal eyleyecekleri, esef verici olaylara meydan kalmamak üzere, OsmanlI kıtalarının bulundukları mahallerde kalması ve bir Ingiliz deniz piyade müfrezesi tarafından işgal edilecek olan telgrafhanede, sansür edilmek kaydiyle, resmî muhaberata müsaade edileceği ve Yunan askerî makamlarının kendilerine dair olan arzularının duyurulmasına intizar edilmesi lüzumu” bildirilmekteydi. Notanın sonuna da Amiral Calthopre; “… Limandaki kuvvetli İtilâf filolarının, sükûn ve asayişin sağlanması hususunda en müessir âmil olacağı…” tehdidini koymayı da unutmamıştı.Kolordu Komutanı, nota muhtevasını 15 Mayıs 1919 saat 01.00’de telgrafla Harbiye Nezati’ne bildirmiş ise de, hiç bir cevap alamamış ve Calthorpe’un isteklerini yerine getirmeye mecburmuş gibi, büyük bir tevekkülle, kendisiyle beraber garnizondaki Türk subaylarının haysiyet kırıcı muamelelere maruz kalmalarına ve birçok vatandaşın namus, can ve mallarının tecavüzlere uğramasına sebep olmuştu.Bu notanın, tatbikat bakımından mahiyet ve değeri, herhangi yönden tetkik edilirse edilsin, hukuk ve milletlerarası münasebetler bakımından hiçbir dayanağı olmadığı gibi, bunu kabul etmeye ve tatbik ettirmeye, kolordu komutanı ne yetkili, ne de mecburdu.
Aynı mülâhaza, 56 ncı Tümen Komutanı için de varitti. Kolordu emrine rağmen o, inisiyatifini kullanmak durumunda idi.Kolordu Komutanı, Amiral Calthorpe’un ikinci notası üzerine birliklerine verdiği emirde; 15 Mayıs 1919’da Yunan kıtalarının İzmir’e çıkacaklarını ve peyderpey şehri işgal edeceklerini bildirdikten sonra; “Esef verici olayların vuku bulmaması için bütün askerî kıtalar bulundukları garnizonlarda kalacaklardır.Karaya çıkacak kıtalar ile kıtalarımız ve askerlerimiz arasında en ufak bir hadisenin birçok esef verici olaylara sebebiyet vereceği muhakkak bulunduğu için, sükûnetin muhafaza olunması çok lüzumlu görülür. Bunu her subayın ve her erin dikkat nazarına kemal-i ehemmiyetle koyuyorum” diyordu.Kolordu Komutanı bu emirle, İzmir’in feci âkıbeti için, bilmeyerek, elverişli bir zemin hazırlamış oluyordu. Çünkü bulundukları garnizonlarda kalmalarını emrettiği Türk kıtalarının müteakip hareket tarzları hakkında hiçbir direktif vermiyor, gerek Türk kıtaları, gerek İzmir halkı, işgal komutanının emir ve arzularına terk edilmiş bulunuyorlardı.Kışlada bulunan 174ncü Piyade Alayı’na ilâveten, inzibat görevleri için İzmir’de bulundurulan Urla’daki 173ncü Piyade Alayı’nın 2nci Taburu da, kolordu emri gereğince 14/15 Mayıs gecesi kışlaya kapatılmıştı.Sefer kadrolu bir düşman tümenine karşı kendilerini savunma imkânlarından mahrum bırakılan garnizon kıtaları, başta Kolordu Komutanı olduğu halde, başlarına gelecek felâketten habersiz oturuyorlardı. Hattâ, geceleyin evlerinde bulunan ve kolordunun emrini almamış olan bir kısım subaylar, 15 Mayıs 1919 sabahı, günlük vazifelerine gider gibi, evlerinden çıkmışlardı.Sonuç olarak; Kolordu emri sadakatle uygulanmış, karşı koyma bakımından en ufak bir tedbir alınmamıştı.(Türk İstiklal Harbi 2.Cilt Batı Cephesi 1.Kısım Ankara Genel Kurmay Basımevi 1994)
İşgalin başlamasıyla Batı Anadolu’da Yunan mezalimi başlamış, Türklere yönelik katliam ve yağmalama hareketleri bütün Anadolu’yu hüzne boğmuş ve millî bir öfkeye sebep olmuştu.İşgal karşısında, yurdun dört bir tarafında protesto mitingleri düzenlenmiştir.
Bu işgale İstanbul’daki vatanseverler de tepkisini göstermiş, 18 Mayısda alınan kararla işgallere karşı Fatih Mitingi’nin duyurusu yapılmıştır. Darülfünun öğrencileri belediye binası önünde dalgalanan bayrağın üzerine siyah bir şal örtmüşler ve elbiselerinin sol tarafına beyaz bir rozet iliştirmişlerdir. Bu rozetlerde “İzmir Kalbimizdir” yazmaktadır.
Mustafa Kemal’in dediği gibi; işgal, düşman karşısında maddeten çok kuvvetli olmasa da çok yüksek manevi kuvvete malik bir “namus cephesi” meydana getirmişti. Ali Fuat Cebesoy’da bu durumu o gününün maddi ve teknik imkânsızlıkları karşısında “Ama bizim ruhumuzda mukavemet var!” diye özetlemiştir.
İzmir, işgal ve sonrasındaki millî uyanış ile tam bağımsızlık yolunda kilit bir rol oynamış ve işgale karşı duruşun simgesi haline gelmişti. İzmir’in işgali Anadolu’yu birleştirmiş ve Türk Kurtuluş Savaşı’na giden yolun başlangıcı olmuştu. İstiklal Savaşı’nın nihai hedefi İzmir’in kurtarılması olmuştu. Çünkü İzmir’in kurtuluşu, Anadolu’nun doğusundan başlayan İstiklal Savaşı’nda kazanılan zaferin bütün dünyaya ilanıdır.15 Mayıs 1919’da Yunan Ordusu’nun İzmir’e çıkması tabiri caizse, Türklerin kafasında yıldırımlar çaktırmış ve durgunluk haline giren Türk Kurtuluş Hareketi silkinip kendine gelmişti.Bölge bölge devam eden,Türk Kurtuluş Hareketi bir topyekûn hale gelmişti.Tabii olarak çok üzücü olan bu olay halkın büyük çoğunluğunun Türk Kurtuluş Hareketi’ne katılımını olumlu etkilemiş ve itici gücü olma vazifesini görmüştür.
İşgallere karşı Türk halkı tarafından gösterilen ilk direniş ve atılan ilk kurşun Fransızlara karşı Hatay Dörtyol’da Mehmet Çavuş ve müfrezesine aittir. İkinci direniş Yunanlılara karşı İzmir’in işgalinden sonra Batı Anadolu’da olmuştur.Hukuk-u Beşer Gazetesi başyazarı Hasan Tahsin, İzmir’de Yunanlılara ilk kurşunu atmıştır. Zaten İzmir’in işgal sabahı “Redd-i İlhak Heyet-i Milliyesi” tarafından bütün yurda telgraflar gönderilmişti.İşgali izleyen günlerde ülke içindeki protestolar ve telgraf trafiği giderek yoğunlaşmış ve İstanbul’daki işgal güçleri kumandanlıklarına, Osmanlı Sarayına ve Hükûmetine ülkenin her yanından ve bu arada halkın tepkilerini dile getiren telgraflar çekilmiştir.Bu telgraflarda işgale karşı direnmek için Türk milletinin her şeye rağmen kendini savunacağı dile getirilmişti.İşte bütün bunlar göz önünde tutulmuş olduğu için yabancı basında çeşitli zamanlarda çıkmış olan yazılarda “Anadolu Direnişi”nin oluşma nedeni olarak İzmir’in işgali gösterilmiştir.
Bir Türk aydını Ziya Gökalp’in aşağıdaki şiiri ise İzmir’in işgalinin Türk milleti ve Türk Kurtuluş Hareketi için ne anlama geldiğini özetler niteliktedir:
Durma Yunan, Durma kibrini artır Türklüğün başına belâlar yağdır Uyuyan bir kavme bu zillet azdır Vur eski kölesi utandır onu
Bırakma uyusun uyandır onu Bu yurdun hazinesi onun elinde Fakat anahtarı senin belinde Kalmış aç ve garib kendi ilinde Vur eski kölesi utandır onu Bırakma uyusun uyandır onu
Zorla onu yeni revişe girsin Gemi yapsın alış-verişe girsin Fabrikalar açsın her işe girsin Vur eski kölesi utandır onu Bırakma uyusun, uyandır onu
Sıkıştır onu ordu, donanma yapsın Garpte ne terakki görürse kapsın Türklüğü tanısın Tanrı’ya tapsın Vur eski kölesi utandır onu Bırakma uyusun uyandır onu
Zannetme yaptığın boşa gitmiyor Terakkimiz koşa koşa gitmiyor Emin ol emeğin boşa gitmiyor Vur eski kölesi utandır onu Bırakma uyusun uyandır onu…
Bizans İmparatoru’nun Ölümü; İmparatoriçe Evdokia Dul Kalıyor
Bizans İmparatoru X. Konstantinos 1067 yılında yedi buçuk yıllık saltanatından sonra öldü. Konstantinos,geride Evdokia adında bir dulla Mihail adında çocuk yaşta bir evlât bırakıyordu. Eşi Evdokia geride kalan erkek çocuğu adına devlet naibeliği görevini üstlendi. Evdokia o zamanlar kırk yaşlarında ama yaşına rağmen güzel bir kadındı. Bizans’ın sallantılı yılları olan bu devirde devlet askeri bir güce muhtaçtı. Devletin içinde etkin olan bürokratlar ve yüksek memurlar “dostlar alışverişte görsün” hesabınca devleti yönetiyor,idare ediyormuş gibi görünüyorlar ama özellikle de Bizans’ın askeri güce en çok ihtiyacı olduğu bu zamanda askeri harcamalara yeteri kadar önem vermiyor ve kaynak ayırmıyordu. Evdokia,bu durumun içinden ancak iyi bir kumandanın idaresi ile çıkılabileceğini düşünüyordu, ki zaten öyle yapacak ve bir kumandanla evlenecekti. Böylece evlendiği adam devletin başına geçecek ve devleti bu durumdan kurtaracaktı. Fakat önünde büyük bir engel vardı: Kocası Konstantinos ölmeden önce ona devlet idaresini bırakırken kesinlikle evlenmemesini şart koşmuş ve bir senet imzalatmıştı. Evdokia’nın ilk önce bu engeli aşıp daha sonra gördüğü tehlikeli durumdan çıkma çaresi olarak gördüğü evliliği yapması gerekiyordu. Evdokia kendisine bir koruyucu bulamazsa küçük oğul Mihail’in tahtı koruyamayacağını düşünüyordu.
Bu sırada talih onun karşısına genç bir kumandan çıkardı. Konstantinos’un ölümünü fırsat bilerek ayaklanan fakat Edirne’de yakalanarak İstanbul’a getirilen kumandan yetkisine sahip bir vali ile karşılaştı.Bu kumandan haklı bir üne sahip Romen Diyojen’di. Diyojen otuz yaşlarındaydı ve Sofya valisiydi. İstanbul’da yargılanarak, hakkında verilecek kararı bekleyen Romen’in yakışıklılığı kadar cesur oluşu da Evdokia’yı etkilemiş ve kadın onunla evlenmeye karar vermişti. Evdokia’nın bu evliliğe karar kılmasının tek sebebi tabi bunlar da değildi. Evdokia bu evlilik vasıtasıyla askeri aristokrasinin üstünlüğünü tekrar almayı imparatorluğun bütün ikramlarına ulaşmayı tasavvur ediyordu. Bu şartları sağlamak için kumandanla evlenmeye acele ediyordu.
Evdokia İmzaladığı Senetten Nasıl Kurtuldu?
Bu evlilik için Evdokia’nın önünde bir engel vardı: Patrik tarafından muhafaza edilen ve Patrik Xiphilinos’a bizzat İmparatoriçenin imzaladığı hayatını yeniden bir erkekle birleştirmeme senedi. Burada Evdokia gayet ustaca bir kadın oyunu kullanarak bu tehlikeli vesikayı ele geçirmesini bildi: Memleketin durumunun endişe verici olduğunu belirterek, evlenmesinin belki doğru olacağını bir aracı Saray hadımı, Primikerios Nikolaos vasıtası ile patriğe bildirirken, kendisine koca olarak patriğin kardeşini seçtiğini, fakat bilinen vesika da ortada olduğuna göre, acaba Patrik hazretlerinin nasıl bir tavsiyede bulunacağını öğrenmek istediğini de sorar. Halbuki eski Senatör Patrik Xiphilinos’un kardeşi Bardas, gerçekten bir devleti kurtaracak meziyetlerin hiçbirine sahip bulunmayan sonderecede kabiliyetsiz, üstelik de pek çapkın bir kimse idi. Bunu hiç hesaba katmayan ve beşerî zaafı üstün gelen Patrik, ailesinin dolayısı ile kendinin başına konacak bu devlet kuşuna, elindeki manâsız vesika ile karşı çıkmanın doğru olmayacağını düşünür ve İmparatoriçeyi kardeşi ile evlendirebilmek için senedi kendine geri verir. O da bunu yaktıktan sonra kararını bildirir : Romanos Diogenes İle evlenecektir.Ocak 1068’de bu karar uygulandı ve Evdokia Romen’in karısı oldu.(Semavi Eyice)
Ve Malazgirt Mağlubiyeti
Bu arada Selçuklularla savaş devresi geri başlamıştı. Yapılan savaşlarda ün kazanmış olan Romen Diyojen bu ünü doğuda Selçuklu tehlikesini bertaraf edip devam ettirmek istiyordu. Evdokia’nın onu seçmesi asla tesadüf değildi.Selçuklulara karşı savaşı derhal ele aldı ve kaybedilmiş bir gelenek olan imparatorun ordunun başında savaşa gitmesini yeniden canlandırdı.Yeni imparator devleti kurtarma gayretindeydi lâkin ordudaki çürüme hayli ilerlemişti.İmparatorun tüm gayretine rağmen orduya bir tembellik hakim olmuştu. Büyük bir güçlükle, çoğunluğu yabancı asıllı paralı askerlerden – Peçenek, Oğuz, Norman ve Franklar – mürekkeb bir ordu topladı. Girişilen ilk seferde (1068 ve 1069) bu aksi duruma rağmen oldukça başarılı oldularsa da üçüncü sefer korkunç bir mağlubiyetle sonuçlandı. Malazgird’de sayıca üstün olan ama karışık asıllı ve disiplinsiz olan bu ordu feci bir bozguna uğratıldı. Adeta imha edildi.
Bizzat İmparator esir düştü. Esir düştüğü haberi açıklanır açıklanmaz genç Mihail, dayısı İoannis Komninos’un nüfuzu sayesinde, VII. Mihail adı altında imparator ilân edildi. Türkler tarafından serbest bırakılan Romen Diyojen İstanbul’a dönmek istedi.
Rum Meliki de fena niyetimin akıbetine bak ve günahımın celbettiği ukubeti intihab et, dedi. Bunun üzerine Alp Arslan’ın gönlü yumuşadı, bunu salıverdi ve bağını çözdü ve ihsan etti ve büyük hürmetle onu memleketine yolladı.
Romen’i daha yolda siyasi rakipleri zehirletmeye çalışmışlar, fakat bu girişimler başarıya ulaşmamıştı. Eski İmparator yolda korkunç bir dizanteriye tutulmuştu. Romen at üzerinde tutunamayacak halde olduğundan, bir öküz arabasına yatırılmış olarak yol alıyordu.
Romen Tutuklanıyor ve Gözlerine Mil Çekiliyor
Romen Diyojen, İstanbul’a varamadan Anadolu’da tutuklandı, kendisine işkence edildi.
Rum Meliki Armanus meyus olarak memleketine döndükte, halkı bunun ismini padişahlar sırasından çıkardılar ve resmini sildiler, artık bu, padişahlar sırasından sakıttır, Mesih buna dargındır, dediler.
Gözlerine mil çekilen Romen Diyojen bir manastırda ölüme terk edildi. Eski imparatorun yaraları iltihaplamış, kurtlanmış, adeta yaşayan bir ölü hâline gelmişti. Evdokia rahibe yapıldığı manastırda, Romen’in durumunu öğrenince onun yanında bulunmak için izin istedi. Nasılsa bu izin verildi. Kadın derhal bu manastıra gelerek can çekişen Romen’e manevî bir destek oldu ve birkaç gün sonra da mikroplanan yaralarının tesiri ile öldüğünde, onu buradaki manastırın bir köşesine gömdürdü….
“Bir gün Süleyman Paşa memleketi gezmeye çıktı. Gezerken Aydıncık’taki temaşaya varıp seyretti. Acayip ve garip yapılar gördü. Onları seyredip hayrette kaldı. Düşünceye daldı. Ece Beğ derlerdi, bir bahadır yiğit vardı. Bir de Fazıl Beğendi derlerdi ki bu ikisi gayet bahadır idiler. “Ey Han! Ne düşünüp hayran kaldın? Fikriniz ne idi?” dediler. Süleyman Paşa şöyle dedi: “Fikrim budur ki bu denizi öte geçmeye çare olaydı ki kimse duymasa, kafirlerin haberi olmasa.”
Ece Beğ ve Fazıl Beğ: “Sultanım buyurursa biz ikimiz geçelim.” dediler. Süleyman Paşa: “Nereden geçersiniz?” dedi. Bunlar: “Burada yerler var ki öte geçmeye yakındır.” dediler. Sürdüler, geldiler. Bir yer gösterdiler. O yerin adını Varınça derler. Güvercinlik’ten aşağı, denizde bir hisar vardır. Çimnik Hisarı derler. Onun yaptığı Ece Beğendi ve Fazıl Beğendi bir sal yaptım. Bindiler. Geceleyin Çimnik * Kalesi civarına çıktılar. Bir kafir yakaladılar. Döndüler. Yine de sala bindiler. Sabahleyin Süleyman Paşa’ya getirdiler. Süleyman Paşa o kafire iyi muamele edip hil’at giydirdi. Bu kafire ki dedi: “Hisara girmeye bir yer var mı mıdır ki kafirler duyamadan hisara girelim mi?” Bu kafir “Ben sizi bir yerden ileteyim ki, kimse duymadan hisara giresiniz.” Dedi.
Hemen birkaç sal yaptılar. Süleyman Paşa yetmiş, seksen kişiyle sallara bindi. Öte yakaya geçtiler. Bu kafirlerini doğru Çimnik Kalesi’ne götürdü. Hisara karşı yığılmış terslik vardı. Hisardan yükselekti. Kalenin içinde de fazla kimse yoktu. Harman vaktiydi ve bağ vaktiydi. Hisar boştu. Geceleyin o terslikten kalenin içinde girdiler. Ama kafirleri incitmediler. Hatta ikramda bulundular. Oğullarına, kızlarına, mallarına el sürmediler ama içlerinden işe yarar kafirleri karşıya, kendi askerlerine girenler. Sonra o tarafta olan askerden 200 kişiyi bu tarafa geçirdiler. Geldiler. Hisara girdiler.
Ece Beğ ve Fazıl Beğ, hisarın atlarından bulduklarını alıp bindiler. Bolayır’daki Akça Liman derlerdi, orada hayh gemiler vardı. O gemileri gidip yaktılar. Geldiler. Yine hisara girdiler. Durmadan bu yakaya adam geçirdiler. 2000’den ziyade adam oldu.
Rumeli’ne geçmeye evvel buradan başlandı. Hicretin 757’sinde (Hicretin 757’si milâdî 5 Ocak – 24 Aralık 1356 arasıdır.) Oldu. Sonra kafirlerini incitmediler. Gönüllerini aldılar. Kâfirler emniyet içinde oldular. Hatunlarını, oğlanlarını, kızlarını gayet hoş tuttular. Çimnik Kalesi’nin kâfirleri bu gazilerle ittifak ettiler. Işluna derlerdi, bir hisar vardı. Varıp o hisarı da aldılar. Ellerinde iki hisar oldu. Bunun halkı ile de barıştılar. ”(Oruç Beğ Tarihi’nden)
13. yüzyılın sonu ile birlikte 14.yüzyılın başlarında daha çok Bizans devleti aracılığıyla gelişimi devam ediyor yeni bir Türk beyliği vardı. İleride Osmanlı İmparatorluğu olacak olan bu beylik, ilk zamanlarında etrafındaki Türk beylikleriyle olduğu gibi Bizans’la da zaman zamanlarıyla ilişki kuruyordu. Bizans’ın Anadolu Yarımadası’ndaki topraklarını ele geçirip onu karşı sahile, Trakya ve Balkanlara çekmeye zorladıktan sonra zaman zaman yardım ya da fetihleri Rumeli’ye, kendi gücüne göre dayanıyordu. 14.yüzyılın başlarında Bizans için tehdit yönetimi Osmanlılar’dan başka Bulgarlar ve Sırplar da vardı.Hızla yıkıma giden bir etkileyici ve onu dört yönlü çevirmiş üç genç devlet vardı. Bu sebeple bu üç genç devlet, Bizans’la yeri geliyor dostane, yeri geliyor hasmâne ilişkiler kuruyor,
Bizans’ı Avrupa kıtasına mecbur ederken, Osmanlılar orada da kendi menfaatine işler yapar gayret ediyordu.Tabiri caizse Osmanlılar’ın Rumeli bölgesinde kendilerine ait bir yer fethetmeleri fazla uzun sürmedi. Çimpe Kalesi Sırp ve Bulgarlar’a karşı Bizans İmparatoru Kantakuzenos’a yaptırılmış bir Osmanlılar’a hazır hale getiriliyor.
İktidara geçmeye çalışan İonanlar Kantakouzenos, Bizans iç savaşı Osmanlı Beyi Orhan ile ittifak istedi ve kızı Theodora’yı ona eşlemek verdi. Bunun yerine Orhan Bey, büyük oğlu Süleyman’ı bir orduyla birlikte Kantakouzenos’a yardım etmek için birlikte. Bu ittifak, 1350 ve 1352 yıllarında, İoannes Kantakouzenos ve oğlu İç Savaşın sona ermesinden sonra iç savaşın sona ermesinden sonra. Çanakkale Boğazı ve Marmara Denizi’nin Osmanlı ile Bizans toprakları arasında sınırsız ve uzak yerlerde bulunan bazı yerlerde Kantakouzenos orada bulunanların kullanımı kolay kolaylık için için, 1352 yılında Çimpe Kalesi’ni Süleyman Paşa’ya verdi.
Çimbi Kalesi Rumeli’de Türk fütuhatının kapısı oldu. Nitekim bir yıl sonra Gelibolu’nun bölgesi ve bölgesinde Anadolu’nun Türk nüfusu kanadıyla yerleştirilmesi gerekiyor. Fakat Orhan Bey Çimbi’yi terk ediyor olsa bile saf bu kaleden bizzat fethettiği toprakları kılıcıyla aldık, giderken bırakmayacağız bildirilmiş ve oğlu Süleyman Paşa’daki Türk fütühatını Keşan, Malkara ve Tekirdağ’da devam edildi. Orada Çimbi Kalesi ve civarı, Avrupa toprakları üzerinde yerleşimecek Osmanlı Türkleri için ilk askerî üssü bulunuyor. (Münir Aktepe)
Bazı Bizans tarihlerinde ise Kantakouzenos açık açık eleştirilmiş ve bu durumdan o sorumlu tutulmuştur. Rumlara kötü muamele geçmişi yazıldı.
“Bundan sonra saltanat iddiacısı yabancı ülkelere başvurur. Biri ya da öbürü hesabına dövüşen birlikler, Sırp birlikleri, Bulgar birlikleri, Türk birlikleridir. Bunlar, durum yerinde inceleyerek devletin güçsüzlüğünü, eyaletlerin sefaletini, ordunun ve maliyenin düzensizliğini belirleyen ve onu yönetenlerin yönetimlerini alıyor almayı ya da onu ayarladığını düşünüyorum. 1314’den beri Osmanlılar, Anadolu’nun hakimidirler. Akdeniz, Takım Adalar içindeki donanmanın hükmü altındadır. Şimdi gözlerini Avrupa’ya çeviriyorlardı ve İoannis Kantakuzinos, bu kıtaya ayak basmalarına, yaşlıtsız davranışının varacağı sonuçlardan bir an için safra kuşkulanmadan etkin bir şekilde yardımda bulundu. Paleologos’a karşı mücadele etmek için ona müttefikler lazımdı. Bunları nereden bulabileceğinizi bilemediği sırada ki Türklerden yardım istediği bulundu, kızını Sultan Orhan’a verdi. Açık düşünceli olması damadının bir müslüman olmasını umursemiyordu; gözlerini yakından çıkarına dik idi. Türklere Trakya’yı harap ettirdi, odaları Gelibolu Yarımadasında yerleştirmelerine göz yumdu, Ayasofya’nın tamiri için Moskoflar diyarından önce paraları ayarladım. 1354’de Gelibolu Yarımadasında artık iyice yerleşmiş olan Osmanlılar, Gelibolu şehri kenti zaptettiler ve mevki merkezi önemli olan bu yer büyük takviye kuvvetleri getirerek çabucak güçlü bir istihkâm haline geldi; kalın surlar, tersane, müstahkem mevziler vücutuda getirdiler. Balkanları doğru uzayan zaman burası ve bir dayanak noktası hizmetini görecekti. Yüzyılların gerisinden bakıyorğımızda, biz Batılılar İçin tarihin en heyecanlı ve en korkulu anlarından biri budur. Türklerin Avrupa’ya geçişinden ve uzağında, bazen yapıldığı gibi, bütünüyle İoannis Kantakuzinos’un olması bekleniyor iddiaya kadar varmak mı? Şüphesiz ki sorumlu olan odur, çağırıldı, bu inkâr olunamaz: Zira İnternette. (Auguste Bailly)
“O arada Kantakouzenos Kral ile ‘çiğnenmeyecek bir dostluk antlaşması’ yapıp, zavallı Rum devleti ülkesinden kaleleri, kentleri ve illeri, Rum Beylere değil, Triballos’lar ve Sırplar gibi Barbar erk sahiplerini bıraktı. Üstelik, bizzat dilinde, Silivri’ye kadar bütün Trakya kentlerine eziyet ederek, onları talandan burada ve tahrip olmaya başladı. Kent’tekiler (İstanbul’dakiler) şu anda Umur’un nasıl kullanılacağını öğrenince, Kantakouzenos’un kendisinin onu çağırmışlar ve bulunduğuna gidilecek ve sonuçlanacak, Umur’da yapılan akınlar sebebi hükmettiler. Oysa onun (Umur’un) çağrı olmadan çıkageldiğini (!) Ya da daha doğru doğrusu kötü niyetli Baht’ın Rumlar felâkete uğrasın diye kader iplikleri ördüğü yapabilirlardı; o (Baht) bu kişiyi istilâya girişsin ve Rum ülkesinin bereketli topraklarını çiğnesin diye dürtmüştü. Bunun üzerine, kendi başlarına Tanrı’dan gelme hıncı ve laneti çekecek, pek çok kurnaz bir işi tasarlaması akıl ettiler. Henüz doğmamış bir çocuğu olan ve doğaçlama yapan bir çocuk olan Anna Hanımefendi’yi, kendisinin sözleri vardır. Bithynia, Phrygia ve dahası Paphlagonia’nın hükümdarına-Orhan’ı kastediyorum- elçiler göndersin ve ondan uygulayıcısı erkine başlamışdı alt etmek için yardım ve destek. Hanımefendi (öneriyi kabul ettikten başka biri) hatta ondan daha büyük altın renginde derazı yani ona başka ödünlerin yanı sıra sıra Türk sayısı yakalanacak ne kadar Kantakouzenos yandaş Rum’da her yerde nerede olsun ve orada (Orhan) istediği zaman ve almak iznini verdi. Ama yine de tutsaklarının içeriğini almak ne kadar kişi varsa,
Orhan önerileri dikkatle ve tarif edilmez sevinçle dinledi, dikkat nice zamandır böylesine bir zevki sürmeye susamıştı; coşkuyla yerinden sıçradı ve “Seve seve.” dedi. Ardından, kendileri de sevinçten uçan ve bayram eden elçilerinin -zavallılar, kimi onlarımalarını aldık ve hastalığa, kendi basiretsizliklerinin yarattığı hastalığa (deva getirecek) yakı olsun diye baktım ki bunu yaptım için ne otu kaynatıp erittiklerini bilmiyorlar. O zaman Orhan hemen, kendi Türklerini -bunların sayısı 10.000 idi; bunlar Kent önündeki Boğazı geçtiler ve Kentliler (İstanbullular) tarafından sevinçle karşılandılar. Kantakouzenos’un üzerine yürüdüler ve Kentlerin surlarıyla orada sokakları kapatıldı ve Rumların İmparatoru tarafından konukseverlikle karşılandı.
Ama Kantakouzenos da (hisarlarda) garnizon birlikleri, hayvanlar için yem bulundurmayı takiben bağlandıktan sonra ve gerekli levazım içeceğinizi iyice düzdükten sonra, onu de, onu izleyen Rum ordusuyla ve Sırp ordusundan kullanıcının destekleyebileceği düzeye gitti. Onlarla (Türklerle) bir ilk ve bir ikinci çatışmada kapıştı, ama Türkler ona karşı bir üstünlük kazanamadılar, durum bu adam kendi çağdaşlarının yanında olup olmadığına göre, onları önceden savaşçı, çok güçlü, savaş sanatının uzmanı idi. Türklerden tutsak almışlar hançerlere yem oldular; Rumlardan tutsak edilenlerin olduğu yerde sadece çıkartıldı ve onlar kendi evlerinde cıbılmasını yaparken bırakıldılar.
Bunun üzerine Türkler çarpışmalara girdikten vazgeçip hiç aralıksız ve köylere zarar vermeye başladılar, dizi dizi götürdükleri sayısız zincire vurulmuş insan yakaladılar ve onları tutarsa erkeğiyle, meme emen bebeklerle ve genç oğlanlarla, papazlar ve keşişlerle birlikte, getirmeden götürdüler; Sanki İskit [Peçenek, Bulgar] ya da Abasgos [Abhaz / Abaza] imişler gibi, büyük ana caddeden geçirdiler. Ama bu dahi, başa gelenlerin en korkuncu sözcükleri; eğer onu nasılsa tutsağa hemen alıyorum çıkmazsa, Rumların olduğu yerde Rumlar vahşice kırbaçılıyorlardı; ey gaddarlık! böyle kurnaz işi bir kötülük etmekle seyredenlerin yüreğinin yakılacağı ve bu yerde satın alacağınız umuluyordu. Satılmamış kalanlara gelince, hemen hemen Boğaz’da Bursa’ya ve daha da yukarı yörelere gidiyor, oralarda satılacak olmuş, bütün Türk ülkesine götürüyorlardı. Keder verici bir görüntüydü bu; onu yerde hıçkırıklar, onu yerde feryatlar, onu yerde Rumların yüzünde gözyaşları vardı ve hiç kimse, Hellen olsun Barbar olsun, acıma göstermedi; hiç kimseye. ”(Dukas)
Bu ilk fetih Osmanlıların Avrupa kıtasına yayılışının başlangıcı olmuş, Osmanlılar bu tarihi sonra çıkan Rumeli’de fetihlere başlamıştı. Bulgarca ve Sırplar saf dışı kalmıştı. Bu fetihten daha ileriki devirlerde çöküş devrinde olan Bizans, adeta Osmanlı’nın vassal devleti olmuş ve zamanında yitirmiş, en sonunda da tozlu raflarında yerini aldı.
(* Çimbi adı kaynaklarda değişik şekillerde geçilir. “Tahta mahir defterleri“ Cinbi ”, Osmanlı tarihlerinde“ Cibni, Cimni, Cimbi, Cimbini, Cimbeni, Cinbi, Çin hisarı, Çimnik, Çimlenlik ve Çimenlik ”şeklindedir. Zimpé olarak yer alıyor Bizans Rumcasıyla Çimbi olarak telaffuz etmek daha doğru olacak.) (Münir Aktepe)
“Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor? Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor! Adalardan mı? Tunus’dan mı, Cezayir’den mi? Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor; O mübarek gemiler hangi seferden geliyor?”
Büyük Türk denizcisi,amirali,korsanı,kaptan-ı derya Barbaros Hayrettin Paşa Midilli’de doğmuştur.Babası Vardar Yenicesi’nden Midilli’ye gelen Yakup Ağa’ydı.Yakup Ağa Midilli’nin fethi üzerine buraya gelmiş bir kale muhafızıydı.Asıl adı Hızır olan Hayrettin Paşa’nın doğum tarihi kesin olmamakla birlikte 1466-1483 arasında çeşitli rivayetler vardır.1478 yılı civarında doğduğu tahmin edilmektedir.Asıl adı Hızır olmasına rağmen Hayrettin ve Barbaros lakablarıyla tanınmıştır.Hayrettin lakabını Yavuz Sultan Selim (“Hızır Reis nasrüddîndir,hayrüddîndir.”) Barbaros (İtalyanca/la barba:sakal) lakabını ise ağabeyi Oruç Reis dolayısıyla Avrupalılar takmıştır.
Hızır Reis’in Oruç ve İshak adında iki ağabeyi,İlyas adında bir kardeşi vardı.Oruç ve Hızır deniz ticareti ile uğraşıyordu.Bir gün küçük kardeşleri İlyas’ı da yanına alarak Şam Trablusu’na doğru yola çıkan Oruç Reis’in gemisi Rodos Şövalyeleri tarafından tutuldu.Oruç Reis esir alınıp zindana atıldı kardeşi İlyas ise şehit oldu.Oruç’u fidye vererek kurtarmaya çalışan Hızır Reis bunu başaramadı Oruç Reis ise bir fırsat bulup Rodos Şövalyeleri’nin elinden kaçtı.Bu olaydan sonra Oruç Reis korsanlığa başladı.Hızır Reis ise biraz daha ticarete devam etti ama daha sonra o da ağabeyi Oruç Reis’e katıldı.
Kaptan-ı Derya Hayrettin Paşa,Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle anılarını yazdırmıştı.Türk denizcilik tarihinin en önemli kaynaklarından biri olan bu eserin asıl adı “Gazavât’ı Hayreddin Paşa”dır.Eserin müellifi, muhtemelen XV. yüzyılın son çeyreğinde doğan ve bahriyeden yetişen, 1525’te yazılmış olan Kitâb-ı Bahriyye’nin telifinde görev alan, daha sonra Kaptanıderyâ Barbaros Hayreddin Paşa’nın hizmetine giren Murâdî mahlaslı şair Seyyid Murad’dır.Gazavât-ı Hayreddin Paşa gazavatnâme türü eserlerin en önemlilerindendir. Sadece Barbaros’un deniz seferlerini ihtiva eden bir tarih kaynağı olarak değil Kanûnî Sultan Süleyman’ın deniz politikasını yansıtan bir eser olarak da türünün en güzel örneklerinden biridir. Murâdî, eserini her şeyden önce Hayreddin Paşa’nın kendisine anlattıklarına dayanarak kaleme almışsa da gazavatnâmeye bir edebî değer de katmıştır.(Aldo Gallotta)
Barbaros Hayreddin anlatıyor:
Oruç Reis esir ediliyor!
“Kimseye muhtaç değildik. Kendi işimizi işleyip rahat yaşıyorduk. Ben, daha çok Selânik ve Eğriboz’a sefer ederdim. O taraflara sefer etmek hoşuma giderdi. Amma, Oruç reis, küçük karındaşımız İlyas’ı da yanına alıp Şam Trablusu’na doğru sefer etmek İstedi. Kaza kader bu ya, yolda giderlerken ansızın Rodos gemilerine rast geldiler. Ulu cenk eylediler. Karındaşımız İlyas şehit düşüp ecel şerbetini içti. Meskeni cennet-i a’lâ oldu. Rahmetullahi aleyh. Elhâsıl kâfir gemileri galip geldi. Dertli ağam Oruç Reis’i gemisiyle esir aldılar.Bu kara haber âleme yayılıp, Midilli’ye de ulaştı. Haberi alınca gerek ağam Oruç’un esareti, gerek İlyas karındaşçığımın şehâdeti beni ağlatıp perişan etti. Sonunda « Allah’tan gelene hoş geldin, denir. Hüküm tek ve kahhar olan Allah’ındır.» deyip «OIacak olsa gerek çâr ü nâ-çar, «Gerek kalbin geniş tut gerek dâr.» sözüne uyarak İşe çare düşünmeye başladım. Ağam Oruç’u yer altına attılar. Midilli’de tanıdığım bir kâfir bezirgân vardı. Daima Rodos’a varıp gelip ticaret ederdi. Adı Kirigo idi.
Bu kâfire ağamın halini anlattım.
“İşte yârenlik dostluk bu günde belli olur.” dedim.
Kirigo’yu gemime alıp, Bodrum’a getirdim. Ben Bodrum’da kaldım. Onu, eline Oruç Reis’i kurtarması İçin onsekizbin akçe verip Rodos’a gönderdim. “Var şimdi sen Rodos’a git. Ben burada durayım. Bak gör, karındaşım Oruç Reis ne âlemdedir. Ona göre bana bir haber getir. Tedbirli davran, kendisi ile görüş” diye tembih ettim.”Baş üstüne!” dedi.
Bir kefere teknesine binip Rodos’a gitti.”
Kirigo Oruç Reis’le görüşüyor.
“Krigo ne yapıp edip, ağamla görüşmüş.
Gizlice: “Karındaşın Hızır, sana çok selâm ve dualar eder. Senin haline çok üzülüp perişan olmaktadır. Hasretinin clemiyle gece gündüz, Hazreti Yakup gibi yaşlar dökmektedir. Beni sana gönderdi. Seni kurtarmak için çareler aramamı söyledi. «Mal ile mi hile ile mi, her nasıl ise, karındaşımı kurtar» diye bana minnetler eyledi, şimdi benden hayırlı bir haber bekliyor.” diye, bir bir anlatmış,
Oruç Reis, bu sözleri duyunca çok sevinip ağlamış: “Berhurdar olsun. Bugünkü günde karındaşlığını gösterdi.”
Diye dualar etmiş. Sonra: “Sen şimdi git, işine bak. Konuştuklarımızı sırtındaki gömleğin bile duymasın. Kendi halinde ol. Ben bir şekil düşüneceğim. Bakalım âyine-i devran ne suret gösterir. Amma, arada bir yine gizlice birbirimizle görüşelim” demiş.
Bunun üzerine ayrılmışlar. Kirigo, Oruç Reis’in dediğine göre hareket edip, fırsat buldukça ağamla görüşür harçlık yiyecek gibi şeyler de verirmiş. Ne yapacaklarını konuşuyorlarmış. Oruç Reis’in Rodos’ta, Santurluoğlu adında bir kâfir tanıdığı vardı. Rodos’ta adı sanı maruf bir adamlardı. Daima Oruç Reis’i gözetir, hatırını alırdı.”
Oruç Reis “Beni satın al” diyor.
“Oruç Reis «Beni satın al» dedi. Kirigo geldikten bir zaman sonra bir gün, Oruç Reis, Santurluoğlu’na şöyle dedi: ” Ey Santurluoğlu sana bir sözüm var. Eğer İstersen söyleyeyim.”
” Elbette, benden hiç çekinmeden, kalbinde ne varsa söyle.”
“Biz seninle dostuz, beni satın al. Sana hizmet edeyim.”
“Pek güzel eğer satarlarsa, canıma minnet alayım. Ancak bunu belli etmeyelim. Senin sahibin olan kaptan ve diğerleri filân yerde filân dükkânda oturup cemiyet ederler. Sen onları gözle. Filân gün gelip de o dükkânda toplandıklarında sen oradan geç. Amma sakın iki tarafına bakınma. Hemen yoluna gider gibi geç git. O zaman ben seni görür, almak İsterim. Eğer benim elimden yiyecek nasibin varsa olur biter. Amma bu sır aramızda kalsın isterim.”
Oruç Reis bu sözü Santurluoğlu’ndan işitince, esirlik hali değil mi, güya azat olmuş kadar ferahlamış. Günlerden bir gün kaptanlar ve büyük kâfirler, o dükkâna oturup cemiyet eylediklerinde, Oruç Reis de bunları gözetip hemen o dükkânın önünden sür’atle güyâ bir hizmete gidercesine geçip yürümüş. Santurluoğlu, Oruç Reis’in geçtiğini görünce: “Acaba şu geçip giden esir kimindir? Bârekâllah her zaman görürüm. Buradan geçer, hizmetine hemen ateş gibi gider. Eğer şu esiri sahibi sataydı alırdım” diye, sahteden ortaya bir söz atmış.
Cemiyette bulunan sahibi: “Benimdir. Eğer istersen vereyim. Söyle ne istersin?”
“Bin altın isterim”
Dükkânda bulunan kaptanlar da aracılık edip sekizvüz altına Oruç Reis’i satın almış.”
Oruç Reis’in hilesi anlaşılıyor.
“O zaman Rodos’ta bir âdet vardı. Vilâyete iki zâbit hükmederdi. Biri derya İşlerine, biri vilâyet İşlerine bakardı. Amma gör hikmeti sen ki, esirin işi güç olur, bu sırada vilâyete bakan kâfir mürd olduğundan, deryaya bakan kâfir onun yerine Komandor olmuştu. Yeni oturan bu Komandor, Oruç Reis’in satılmasını istemedi: “Onbin altın vermeye kadir olan kaptanı sekizyüz altına vermektik büyük aptallıktır. Satana haksızlık olur, buna rızam yoktur.” dedi.
Santurluoğlu’na akçasını çevirip, Oruç Reis’i tekrar esir eylediler.”
Kirigo’nun Oruç Reis’e Hıyâneti
“Oruç Reis’i tekrar esir etmelerinin sebebi, benim Rodos’a gönderdiğim, ol kâfir-i billâh, mel’un Kirigo imiş. Yeni oturan kumandana bizi çaşıtlamış. Hem benim, karındaşımı kurtarsın diye verdiğim onsekizbin akça yanına kalmış, hem de çaşıtlığının mukabelesinde, kumandan ona büyük mansıp vermiş. Kirigo kâfiri kadar İslâma hayın bir kimse var mıdır? Sana dostluk yüzü göstermesi hemen fırsatı buluncaya kadardır.
Bundan sonra Oruç Reis’in hali pek fenalaştı. Mel’un bir kâfir olan yeni Komandor, Oruç Reis’i yer altına zindana attırıp şiddetle eziyet edilmesini emretti. Eline ayağına boğazına ağır demir zincirler vurup belâya giriftar ettiler. Ölmeyecek kadar ekmek verdiler.”
Oruç Reis Komandor’la konuşuyor.
“Mürd olan eski Komandor zamanında vakti iyi geçermiş. Yalnız ayağında hafif bir demir bilezik varmış. Çokluk İş bile yaptırmazlarmış. Karındaşım dertli Oruç, artık yer altında kendi haline yakınıp:”Yarab, bu hal nedir? Bana bu azap nerden geldi” diye ağlardı.
Elden ne gelir.”İnnaIlâhe maassâbirîn” deyip AIlah’ın kaza ve kaderine razı olup durdu.
Günlerden bir gün, kendisini bekleyen gardiyana:”Gel beni bugün buradan çıkar, Komandor’a götür. Onunla konuşacak sözüm var.” dedi.
Gardiyan:” İzinsiz çıkarmaya kadir değilim. Haber verelim. Eğer çıkar derlerse, o zaman götürürüm.” cevabını verdi.
Şimdi hâkim olan Komandor’a haber verildi. Getirilmesine İzin verince, Oruç Reis’i yer altında çıkarıp onun katına götürdüler. Oruç Reis Komandor’la alay ediyor. Komandor, Oruç Reis’i görünce gazaplı bir suratla:”Niye geldin!” dedi.
Oruç Reis: “Ey sinyor! Bana bu kadar eziyet eylemekten maksadm nedir? Esirlik yolu bu yol mudur?” deyince, kâfir:”Ey Türk! Sana edeceğim azabm daha binde biri İcra edilmemiştir. Sen sekizyüz altına paha biçip de gideceğini mi sandın? Bak ben adama ne iş keserim! Karındaşın Hızır Reis’in dünya kadar mal İle Bodrum’da senin için göz kulak olup —Acaba karındaşırnı şunların elinden nasıl halâs edebilirim— diye bu hileyi hazırladığından haberimiz yok mu zannedersin? Yoksa sen bizi uyur mu sandın?” dedi.
Oruç Reis de o zaman Kirigo kâfirin alçaklığına uğradığını anladı.Hepsini inkâr edip:” Hâşâ! Benim bunlardan haberim yoktur. Bunları benim hakkımda kim söylemişse yalan söylemiş. Bu garip halimde bana hadden aşırı iftira etmişler.Ben o dinsiz münâfıkı cümle kâinatı yoktan var eden Allahu azimüşşana havale kıldım.”Dedikten sonra: “Ama muradın, beni hakikaten satmak İse, beni yine kendime sat.” diye ilâve etti.
Bunu duyan Komandor biraz yumuşayıp sordu: “Söyle bakalım ne verirsin?”
Oruç Reis: “Sana bütün Rumeli’ni arpalık ve Anadolu’yu cep harçlığı verdikten sonra nakit olmak üzere de yüzbin altın vereyim.” dedi.
O zaman Komandor pür-ateş olup: “Bre diyavolo! Bu ne biçim sözdür? Yoksa sen beni maskaralığa mı almak istersin!” diye hiddete geldi.
Oruç: “Sinyor, sakın benim sözüme darılma, zira darb-ı meseldir: “Böyle eyyam-ı gamın, böyle olur nevrûzu” derler. Sen bana: “Karındaşın teknesini mal ile doldurmuş, seni bir fırsatta elimizden halâs etmek için Bodrum’da bekler imiş” dedin. O sözün cevabı budur. Evvelâ bu kadar çok malın sahibi olan kişinin deryada işi ne? Beni teknemle başımla aldınız. Sonra dönüp “Bize onbin altın ver” diye eziyet eylemek AIlah’ın emri değildir. Makul olanı sen bilirsin.” cevabını verdi.
Ebedî mel’un ve sermedî hınzır, Oruç Reis’ten bu nükteli cevabı işitince hınzır gibi homurdamp kakıdı, yıldırım gibi şakıdı. Gazaba gelip Oruç Reis’i yer altına yolladı. Eskisinden daha fazla eziyet etmeye başladılar.”
Ak yüzlü bir pir Oruç Reis’in rüyasına giriyor.
“Oruç Reis bu kâfirden kendisine bir fayda gelmeyeceğini anladı. O gece sabaha kadar Azizü zül-intikam olan ma’bûd-i bîzevâlc tazarru ve niyaz edip “HâIimi sen bilirsin” deyip, yüzünü toprağa sürüp ağladı ve dedi ki:
“Ya İlâhi’l Âlemin! Bütün kimsesiz kalmışlara derman senden olur, İbrahim Peygambere Nemrud’un ateşini gülistan eden sensin. Yusuf Peygambere zindandan necat veren sensin. Bütün zorlukları kullarına âsan eden sensin. Habibin Muhammed Mustafa hakkı için, ben bîçare kuluna dahi meded ve inâyet edip, beni şu belâ girdabından halâs eyle!..”
Gözyaşlarından, bulunduğu yer balçığa döndü. O hâl İle yatıp uyudu. O gece rüyasında ak yüzlü bir pîr gelip: “Ya Oruç! İslâm uğruna her ne eziyet çekersen sabr eyle. Ferahın yakındır. Sen sekizyüz altın vermeye razı olmuştun. Amma buradaki kısmetin kesilmediği için işin aksi gitti. Allah, seni bir akça vermeden kurtarmaya kadirdir. Daha çok gazalar edeceksin.” deyip kayboldu.
Oruç Reis, uykudan uyanıp: “Ya Rabbi şükür!” diyerek, sabaha kadar ibadet ve taatte bulundu.”
Oruç Reis küreğe veriliyor.
“Sabah oldukta, bütün kâfir kaptanları bir araya gelip, Oruç Reis’e dair aralarında konuştular: “Bu ne iştir? Bizim kumandanımız deryada gezmez ve derya işlerini gereği gibi bilmez. Esirlik hali bugün Oruç Reis’e ise yarın bizedir. Deryada gezen adamın başına çok haller gelir. Sen bana elbette şu kadar akçe vereceksin, diye yer altına atıp bu denli eziyet eylemek Allah’ın emri değildir.” diye ittifak edip, cümle kaptanlar, kumandana varıp, bu hali izah edip anlattılar.Kumandan dahi kaptanların sözlerinden çıkmadı. O saat, Oruç Reis’i yer altından çıkarıp bir kaliteye küreğe kodular. Oruç Reis: “Yer altında olan eziyete göre kürek yine nurun alâ nurdur. Yarabbi şükür, dünya yüzünü gösterdin!” diye azatlık olmuş kadar mesrur oldu.
O sıralarda Sultan Korkut Antalya’da bulunmakta İdi. Âdet edinmişlerdi. Her sehe Rodosluların elinden yüz esir satın alıp Allah rızası için azat ederdi. Yine sene başı yakın olduğundan kapıcıbaşını Rodos’a gönderip, âdeti üzere yüz esir kurtardı. O zamanda, yirmi otuz esir birden azat olursa kendi gemilerine koyup selâmet yakasına götürüp dökmek, kâfirlerin âdeti idi. Bu sefer de kapıcıbaşının aldığı yüz esiri, Oruç Reis’in kürekte olduğu kaliteye koyup, bir selâmet yakasına bırakmak İçin muvafık bir rüzgârda yola çıktllar. Oruç Reis her lisanı bilir bir kişi idi. Rum lisanını da çok iyi bilirdi. Çok şen tabiatlı, sohbeti tatlı bir kimse olduğundan kendisiyle bir kere konuşan kimse ayrılmazdı. Kalitenin kaptanı ve öteki büyük kâfirlerle de şakalaşıp ünsiyet peyda etmişti.”
Oruç Reis’e “Hristiyan ol” teklifi yapılıyor!
“Bir gün kâfirlerle sohbet edip, gülüp oynarken kâfirler:” Ey Türk! Sen güzel sözlü bir kişisin. Bizim lisanımızı da çok iyi bilirsin. Müslümanlıkta ne buldun? Gel, dinimize gir. İçimizde sen de adı sanı belli bir adam olursun.” dediler.
Oruç Reis se: “Elhamdülillahi alâ din-il İslâm ve tevfik-il” dedikten sonra: “Ey akılsız kâfirler ve ey sermedî hınzırlar! Nedir o ki, kendi ellerinizle düzüp yaptığınız ağaç parçasından medet talep edersiniz! Ondan ne fayda olacaktır? Onları ateşe atsalar kendilerini kurtarmaya kadir değillerdir. Yanıp kül olurlar.Kendisine kulluk edilecek Allah’tan başka hiçbir fert yoktur. Bütün kâinâtı yoktan var eyleyen odur. Onun ortağı benzeri yoktur. Mekândan münezzehtir. ve zat-ı şerifi bir hâl üzere sâbittir.”
“Ve bütün günahkârların ve suçluların şefaatçısı olan hazret-i risâlet ve mefhar-i mevcudat Muhammed Mustafa sallâllahu aleyhi ve sellem, onun sevgili kuludur…” diye cevap verdi.
Bunun üzerine kâfirler:”Muhammediniz bütün suçlulara şefaat edecektir, dersin. Bakalım şimdi seni bizim elimizden kurtarabilir mi?” dediler. Oruç Reis: “Behey kâfirler! Yuf sizin aklınıza! Benim sadakatİm, imânım şunadır ki Allah’a ve Resûlüne yapışan kimse mahrum kalmaz. Yakında sizin içinizden halâs olurum.” dedi.
Ebedî kâfirler ise: “Hele sen şimdi küreğini çek de, Muhammed eğer seni kurtarabilirse kurtarsın.” dediler.
O gece Oruç Reis, bütün ihtiyaçları veren Cenâb-ı Kibriya’ya yine ağlayarak dualar etti ve: “Yâ İlâh-el Âlemin! Beni şu kâfir-i müşriklerin İçinde utandırma. Lutf edip, ben zayıf kulunu, yakın zamanda kurtar.” diye ağlayıp yalvardı.
Oruç Reis’in forsa olduğu kalitede bir papaz vardı.Bu papaz kâfirlere:”O, Oruç Reis dedikleri kâfir ile çok konuşmaktan sakının, Zira, Müslümanlık bakımından çok okuyup bilmiştir. Anlarım ki, benden çok yukarı papaza benzer. Siz onu aklınızca dininden çıkarmaya ça’Işırsınız amma, korkarım ki, o sizin cümlenizi turkuvaz eder. Ondan alarga durun.” diyee tembih etmişti. Bunun için kâfirler de onunla eskisi gibi şaka lâtife etmez olmuşlardı.
Nihayet Antalya yakınlarında ıssız bir kıyıya yanaşıp, kapıcıbaşı ile yüz esiri çıkardılar. Fakat o gece rüzgâr muhalif estiğinden kalkamayıp, demirli kaldılar. Kalitenin sandalı da kaptan için balık avlanmaya gitti. Her taraf süt limanlık idi.Böyle iken, bir anda büyük bir fırtına kalktı. Öyle ki Nuh tufanına benzedi. Her yeri karanlık kapladı. Sandal da gelemeyip bir koltukta sindi kaldı. O gece nerdeyse gemi helâk olayazdı.”
Oruç Reis kaçıp kurtuluyor!
“BismiIIahirrahmânirrahim” diyerek o gecenin içinde, ortalık göz gözü görmez iken, Oruç Reis fırsatı ganimet bildi. İmanının bereketi olarakı Hak teâlâ işini rast getirip ayağındaki demiri kolayca çıkardı.
“BismiIIahirrahmânirrahim” diyerek kendisini denize bıraktı. Yüzerek karaya çıktı. Yüzünü yerlere sürüp sonsuz hamleler etti.
Hemen yola koyulup bir köye vardı. Yer gök bilmeyip iki tarafına bakınırken bir kocakarıcık önüne Çıkadüştü.
Oruç Reis’e: “Ey oğul! Zahmetli yoldan gelmişe benzersin. Gel bu gece bana konuk ol” dedi.Ağamı evin götürüp yiyecek neyi varsa önüne kodu, yedirip İçirdi. Urbacığın değiştirdi.Oruç Reis de başından geçen halleri anlatıp, nasıl firar ederek oraya geldiğini nakletti.
Kocakarıcık çok sevinip: “Şükür oğul, elhamdülillâh. Allah teâlâ sana yol vermiş.” dedi, sevindi.
O köyün halkı misafiri pek severlerdi. Oruç Reis köyde on gün eğlendi, öyle ki, Oruç Reis’i elden ele geçirip pay edemezlerdi. Kocakarıcığa o geceden sonra sıra vermediler. ” Sende bir gece misafir olmuş, bizde de olsun!.” diye, kocakarı ile kavga ederlerdi. Kocakarı ise : “Be adamlar, niçin benim misafirimi alırsınız? Allah teâlâ onu bana misafir gönderdi. Gidinceye kadar benim yanımda eğletsin. Varın Allah teâlâ size de misafir versin.” diye söylenirdi.
Meğer yollar üzerinde dolaşıp, düşmüşten kalmıştan, hastadan sayrudan, bulduğunu evine götürüp, taam yedirip, görüp gözetmek bu kocakarıcığın âdeti imiş.Bir tarlası varmış ki, onu sadece misafire ikram için ekermiş. Allah’ın emri ile, bir yerde ekin gelmese, misafir için ekilen o tarlanın ekini, çekmekle tükenmezmİş. Ona böyle bir bereket inmiş.”
Oruç Reis kurtulduktan sonra…
“Şimdi, gelelim kâfirlere: O gecenin yarısında fırtına sakin olup sandal da gemiye geldikten sonra hareket için hazırlığa başlamışlar. Sabah olunca bir de baktılar ki, Oruç Reis’in yeri boş. Firar etmiş…Kalitenin kaptanı saçın sakalını yolmaya başladı. “Gran Mastor’un yanına ne yüzle gideriz?” Diye kasâvete battılar.
Allah teâlâ kâfir-i ebedilerin kasâvet ve ukubetlerini artırsın.Bu kaplanın daha fazla elem çekmesinin sebebi Komandor’a gidip: “Bu senin yaptığın deniz yolu değildir. Bakarsın biz de onların eline düşeriz. Onlar da bize kendi koduğunuz yoldur, diye ondan beter ederler.” diye söyleyenlerden olmasaydı. Oruç Reis’in firar etmesi yüzünden Gran Mastor’un yanında mahcup olacağından, ziyade sıkıntıya düşmüştü.
Oruç Reis’in, söylediği gibi, Allah’ın inayeti ile firar etmesi ise, kâfirler arasında onun anlattıklarının hak olduğuna büyük delil oldu.Çünkü Oruç Reis onlara şöyle demişti:” Yakında, mâbudum olan Cenâb-l Bârî ve şefaatçım olan Sultan – ül Enbiya’nın, beni sizin içinizden kurtaracağı muhakkaktır.”
Şimdi bu söz çıkmıştı. Elhamdülillâhi hâzâ min fazlı Rabbi.
Kâfirler ise o zaman, Oruç Reis’le istihza edip:”Sen şimdiki halde küreğini çek de, Muhammed’in gelsin bizim elimizden seni kurtarsın.” demişlerdi.
Şimdi mahcup olup, başları aşağı düştü… Hak teâlâ din düşmanlarının başlarını daima aşağı eyleyip makhur kılsın. Ve asâkir-i İslâm karındaşlarımızı berde ve bahrde üzerlerine mansur ve muzaffer eylesin.
Fakat gemideki mel’un papaz, kâfirlerin kalplerine şüphe düşüp, hak yola dönmelerini önlemek için: “Onların Muhammedleri öteden beri sihirbazlıkla tanınır bu esiri de sihirle kurtarması da şaşacak ne var” diyerek mel’unların sapık yollarından ayrılmalarına mâni oldu,böylece hüsran içinde çekilip Rodos’a gittiler.
Oruç Reis köyde on gün kaldıktan sonra, Midilli’ye gelmek istedi. Fakat yol sapa düştüğünden gelemedi. Antalya’ya gitmeye karar verip, kocakarıcığa ve köylülere veda ederek yola çıktı. Üç günde Antalya şehrine vardı.”
Oruç Reis kurtulduktan sonra Ali Kaptan’la tanışıp İskenderiye’ye gidiyor.
“Antalya’da Ali Kaptan derler, bir kalyon kaptanı vardı. Onüç alabanda açar gemisi vardı. Daima İskenderiye’ye İşlerdi. Kemal sahibi bir kimse olup, garip yiğidin anası atası idi. Oruç Reis, Ali Kaptan’ın ününü duyunca, doğrulup onun gemisine vardı: “Kaptan baba, biz de bu tekkenin abdallarındanız. Uygun görürsen hizmet edelim.” dedi.
Ali Kaptan da:” Pek güzel oğul, hoş geldin, safa geldin! Gemi benim değil, senindir.” cevabı ile kabul etti. Oruç Reis deniz adamı ve reisler zümresinden olduğu İçin onu ikinci reis eyledi.
Oruç Reis’in derya işlerinde bilgisi pek ziyade idi. Ali Kaptan da “Yürük at, yemini kendi artırır” sözü gereğince onun hatırını alıp çokça pay verdi.Hasılı kelâm, gemi yüklenip, muvafık bir günde kalkıp, İskenderiye’ye gittiler.
Oruç Reis İskenderiye’de Midilli’ye gitmek üzere bir gemi bulunca, hemen bir mektup yazıp, bana yollamıştı…”
https://www.30eksi.com/wp-content/uploads/2019/11/1_hnabp4qzy0fx-qfpahn1fa1611504737544456013-1.jpeg13361054yalcnosmansefahttps://www.30eksi.com/wp-content/uploads/2020/11/30eksi-header-300x84.pngyalcnosmansefa2019-09-03 01:07:422019-09-03 01:07:42Barbaros Hayreddin Paşa Anlatıyor: Oruç Reis Nasıl Esir Düştü ve Nasıl Kurtuldu?
Senelerdir Liman Kalesi’ni geri alamayan Gazi Umur Beğ, (Dukas’ın yazdığı Bizans Tarihi’nde de bu duruma çok üzüldüğü belirtilir.)bu duruma çok üzülüyordu. Liman kalesi, haçlıların elinde iken Bizans ve Doğu Avrupa işlerine karışması, üzerine yeni yeni kuvvetlerin yönelmesine yol açmış, fakat Umur Beğ bunları etkisiz kılmayı başarmıştı. Buna rağmen, Aşağıkale haçlıların elinde idi. Öteki yandan Haçlılar da küçük bir kalede sinmiş, hareket edemez olmuşlardı. Umur Beğ ise diğer faaliyetlerini devam ettiriyordu. Haçlılar ile Umur Beğ arasında 1347 senesi sonlarında bazı temaslar başladı. Ayasuluğ (bugünkü Selçuk/İzmir) hâkimi Hızır Çelebi ile İzmir hâkimi Umur Beğ, 1347 sonları ile 1348 başlarında Haçlılarla bir anlaşma sağlamışlardı. Bu anlaşmanın şartları belliydi: İzmir Liman Kalesi, haçlılarca yıktırılıp, şehir Türklere teslim edilecekti. Buna karşılık Türkler de haçlılara her iki liman ve çevresinde bazı imtiyazlar vereceklerdi. Ancak Papa Vl.Clement’in kurmak istediği Haçlı gücüne bütün Avrupa devletleri iştirak etmemişti. Meselâ Cenova buna katılmıyordu çünkü Cenevizlilerin Türklerle erken devirde barış anlaşması vardı. Bu açıdan bazı Avrupa devletlerinin de aynı şekilde ticârî ayrıcalıklar elde etmesi diğer devletleri rahatsız ediyordu. Bu sebeple Aydınoğulları ile Latinler arasında sağlanan anlaşma Papa’nın onayını alamadı ve yürürlüğe girmedi. İzmir’in Liman kalesi meselesini çözmek isteyen Umur Beğ ise barış imkanının kalmadığını görünce hayli müteessir oldu. Geriye savaşmaktan başka seçenek kalmıyordu ki o da zaten yıllardır bunun içindeydi. Fakat bu işi de kesin olarak çözmeye kararlıydı. Umur Beğ’in hayatını anlatan ve Şair Enverî tarafından yazılan “Düstûr-Nâme” adlı eserde onun bazı rüyaları anlatılmaktadır. Ağabeyi Hızır Çelebi’nin hasta olduğunu rüyasında görünce hemen Ayasuluğ’a koşmuş, orada onu sağ görünce çok sevinmişti. Bu defa orada rüyada kendisini meleklerin ortasında gördü. Rüyâsını anlattığı kardeşleri, onun şehid olacağına işaret olunduğundan ağlaştılar. Hızır Çelebi’den gayri, küçük kardeşleri Süleyman Şah ile İsa Beğ’de birlikte idiler. Paşa, gece gündüz gözünün seğirdiğini, yüzünün kara kana bulaştığını söylüyordu. Bundan sonra “Hakdan dilediğinin şehid olmak olduğunu, geride kalanların bu dünyada mutlu olmalarını” istemişti. Artık Umur Beğ, rüyasında kendisine gösterilmiş olan şehidlik yolundaydı. Düsturnâme’deki satırlar olayı daha açık olarak açıklamaktadır:
Dedi hem Dündar Beğe; “Ey dür
Yedi nice pehlivanları bu yer
Gel senünle Hak yoluna ölelim
İkimiz varup şahâdet bulalum
Baş açup dün gün ölümü isterüz
Hak yoluna başa kılıç yastaruz.”
Dedi Paşa, “Gireyim ben pusuya
Gireyim derya kenarında suya.”
Dedi Dündar’a, “Sehergâh sen görün
Birkaç er ile pusu yerin
Çıka kâfir kılmaya senünle cenk
Son demi bolayki kiram çok frenk.”
Gece Paşa geldi pusuya girür
Geldi Dündar, ol pusu yerin görür
Çünki tenha gördü Dündar’ı adû
Cümle taşra çıkdı ötdürür boru
Alay ile çünki taşra çıkdılar
Pusu yok sanub kenara bakdılar
Nâgehân çıkagelür şah-ı Guzât
Tiğ elinde saldı a’dâ üzre at
Ol firenk alayı içine dalar
Sağ u sola tiğ-ı burrânı salar
Doldu ol leşker içi zâr u figah
Sel gibi oldu kan akdi revân
Doldurur ol yeri anda küşteden (küşte: ceset)
Yığılur kâfir yücelür püşteden (püşte: tepe)
Kıra kıra kale içine tıkar
Kılıcı oduyla hasm evin yıkar
Kalenin önünde bir divan var
Tokad ağzında ağaç var üstüvâr
Kurtulan sürtüp girürler içerü
At depüp yortup gelür Paşa gerü
Göğsü gürlerdi köpüğü saçılur
Yüzüğün kaldırdu yüzü açılur
Erişür iki azep der “Tokadı
Ya kesün yahud bunu açun” dedi
Çaldı tokadı kılıç elde tutar
Kılıç ol ağacun içine batar
Der ki “Bu kaleyi bugün ya alam
Almaz isem ya şehid olup ölem”
Bunu derken döndü nâgâh bir firenk
Urdu ok ile alm hatm oldu cenk
Aktanlub ol dem ol kûh-ı girân
Getürüb ol dem şehâdet verdi cân
Hak anun kıldı duasın müstecab
İki âlemde bulur ol feth-i bâb
Uşcı arı canı cisminden çıkar
Hak ana cennet kapusın açar
Karşu çıktı huriler rıdvan ile
Gaziler canlan hem gılmân ile
Götürür kalkan ile anı eren
Kan edüb göz yaşını anda eren
On sekiz yaşı ata oldu süvâr
Hem yeğirmi bir yıl etdi kâr-zâr
Yediyüz hem kırk sekiz idi sâl
Yaşı otuzdokuz etdi intikal
Eylemişdür ol yeğirmi altı gazâ
Rahmet anun rûh-i pâkine sezâ
Hak anun ruhunu kılsun şâdıman
Ravza-ı cennet içinde her zaman…
Bizans Tarihçisi Dukas ise Umur Beğ’in ölümü şöyle anlatmaktadır:
“Ömer bey (Aydın oğlu Ömer Bey’e Umur Bey de derler) İzmir’e geldiği zaman şehrin Haçlılarla dolu olduğunu görünce, çok mustarip oldu ve kendi kendine «Ya kaleye zaptetmeliyim ve yahut ölmeliyim» dedi. Bu «frâre»ler harp işinde mâhir adamlardı. Şehir ise başka binaların inşasına hacet kalmayacak derecede mamur idi. Ömer bey «frere»ler ile muharebe etmeğe başladı ve harbin kazanılması için mevcutlara ilâveten iktiza eden yeni tedbirler aldı. Gece gündüz durmadan çarpışmalara devam ediyordu. Toprağı kazıp siper yapıyor ve düşmanın taarruzunu defetmek için duvarlar inşa ediyordu. Bu mücadele ve çarpışmalar esnasında Umur bey, bir Licos gibi taarruz ederek, ordusu ile beraber kale hendeğini bile geçmeğe ve kale duvarlarına merdivenler koymağa muvaffak oldu ve kudurmuş kurt gibi, askerinin en önünde yukarı çıkmağa başladı. Muzafferiyet mükâfatım yalnız kendisi için almak istedi. Fakat her şeyi iyi bir şekilde idare eden ve istediği gibi çeviren İlâhi mukadderat Ömer beyin canavarca ve devâsâ hücumunu gördü, her ne kadar merdiven basamaklarından yukarıya çıkarken kalkanı ile kaleden atılan oklara karşı kendisini muhafaza ediyor idiyse de duvarın en yüksek yerine çıkmak için daha ne kadar mesafe kaldığını görebilmek üzere, miğferini biraz yukarıya kaldırdığı sırada, atılan bir ok alnına isabet etti, iki kaşı arasına girdi ve baş aşağı yere yuvarlandı. İstediği şanlı ölüme kavuştu. Aynı zamanda Türklerden bir çok kimseler maktul düştü. Hendeğin içine yuvarlanmış olan Ömer beyin ruhsuz cesedini askerleri alarak İzmir şehrine naklettiler. Dağın tepesindeki bu şehir eski ve ahlâkı bozuk İzmir’in kalesi (Kadife kalesi) idi. Bu şehri az zaman evvel Şarkî Roma imparatoru Ioannis Dukas imar etmişti. Ömer beyin babası ve bir Türk beyi olan Aydın ise ihtiyar Andronikos’un saltanatı zamanında İzmir’i zaptederek, o zamandan beri elinde bulunduruyordu. Ömer beyin encamı da bu suretle sona erdi.”
Umur Beğ şehit olduğunda 39 yaşındaydı. Askerleri onun naaşını önce Kadifekale’ye götürdüler. Orada gerekli hazırlıklar yaptıktan sonra Birgi’ye götürdüler. Umur Beğ, kendisi için İzmir’de babasının türbesi yakınlarında bir türbe ve bitişiğinde zaviye inşa ettirmişti. Ancak kardeşleri onu buraya değil, babalarının yanına defnettiler. Türbede (Aydınoğulları Türbesi) Aydınoğulları’nın kurucusu Gazi Mehmet Beğ ve Gazi Umur Beğ’in yanı sıra Gazi Mehmet Beğ’in oğulları İsa Beğ ve Bahadır Beğ’in de sandukaları vardır. Türbe bugün İzmir’in Ödemiş ilçesinde bulunmaktadır.
https://www.30eksi.com/wp-content/uploads/2019/11/9397e-1xvtuwvroon32tp-oyg5hjq-1.jpeg6490yalcnosmansefahttps://www.30eksi.com/wp-content/uploads/2020/11/30eksi-header-300x84.pngyalcnosmansefa2019-09-01 23:36:582019-09-01 23:36:58İlk Türk Denizcilerinden Aydınoğlu Gazi Umur Bey’in Şehadeti