Kocasının erkek kardeşi tarafından tecavüze uğrayan, şikâyetçi olduktan sonra kocası tarafından katledilen Fatma Altınmakas’a ve onun nezdinde katledilen kadınlara ithaf ediyorum bu hikâyeyi. Yıldızlardan buraya baktığınızda binlerce kız kardeşinizin sizin için gözyaşı döktüğünü ve mücadele ettiğini göreceksiniz…
Tigris
Sarı yılan, yakın bir arkadaşını görmüş gibi hızlı ve keyifli sürünerek genç kızın bacaklarına dolandı, yavaş yavaş yukarıya çıktı. Boyun çukurunda bir süre durduktan sonra kafasını kaldırdı, genç kızın yeşil gözlerine baktı. Türkçe dil bilgisi kitaplarına kişileştirme diye geçecek bu anda sanki yılan gülümsemişti. Genç kız, saçındaki tokayı çıkarıp hafif esen rüzgâra karşı döndü. Dicle’nin kenarında sanki altın saçmışlar gibi parıltılar vardı. Suyun yanına oturdu, yılanı da boynundan alıp yere bıraktı. Yaraları çoktu fakat mesttiler zaferden. Yılan seslendi “Zerefşan, uyuma sakın!” Genç kız ayaklarını suya uzattı. “Uyumam.”
Bölüm 1
1993 Mayıs
اِذَا زُلْزِلَتِ الْاَرْضُ زِلْزَالَهَاۙ
(Yer o dehşetli sarsıntıyla sarsıldığında)
Kırmızı bir gecenin gelişi yaklaştıkça insanlar bir telaşla evlerine koşturdular. Ortaya konulan tepsinin etrafında bulgur pilavına batan tahta kaşıkların birbirine değdiğinde çıkardığı diş gıcırdatan sesten başka hiçbir şey duyulmuyordu. Benice’nin karnı daha yeni yeni belirginleşmeye başlamış, canı sürekli bir şeyler yemek istiyor fakat yiyecek bir şey bulamıyordu. Kaynanası, kaynatası, kayınları ve kocası yemek yedikten sonra ancak gelinler olarak bir şeyler yiyebileceklerdi. Sofrayı kurup hemen mutfağa kaçmışlardı bile. Kaynatayla aynı sofrada oturmak onların haddine değildi. Son günlerde mide bulantıları da öyle artmıştı ki ineklerin kokusuna dahi tahammül edemez olmuştu. El ayak çekilse de akşam dama çıkıp ayı seyretsek diye düşünüyordu. Yazın damda yatıyordu tüm aile. İlk başta bu ona çok zor gelmişti, fakir bir aileden geliyordu. 10 kardeş bir odada yatarlardı. Kocasının ailesi de çok zengin değildi ama açlık, sefalet de çekmiyorlardı. Kurbanlık inek yetiştiriyorlar, tarlaya gidip geliyorlardı.
Herkes yemek yedikten sonra yaşlılar uyumaya gitti. Evin gençleri olan oğlanlar ve karıları da damın yolunu tuttular. Bir cibinlikle üstünü kapattıkları yataklarına Allah’tan rahatlık dileyip geçtiler. Benice çok heyecanlıydı bugün. Bebeğinin ilk tekmesini kocasına söylemek istiyordu. Kocası onu pek dinlemezdi hatta ilk evlendikleri zamanlar öyle döverdi ki… Neyse ki hemen hamile kalmıştı, böylece dayak da bitmişti. Yatağa girince fısıldayarak “Bebe tekme attı.” dedi. Kocası şöyle bir dönüp baktı. Sevindiğine dair hiçbir işaret yoktu. Sanki kimse konuşmamış gibi sırtını döndü ve uyudu. Çok üzülmüştü Benice yine. Ne evlenmeden önce ne de evlendikten sonra üzülmeden geçirdiği bir gün olmamıştı. Mutsuz kadınların topraklarında mutsuz olmayı yadırgamıyordu. Kim üzülmeden bir gün geçirebilirdi ki burada? Arada sırada kaynatası radyo dinlerken kapının kenarından o da dinlerdi müzikleri, haberleri. Öyle keyifli şeydi ki bu radyo zımbırtısı. Bir kere olsun yakınına gitmeye cesaret edememişti daha ama olsun, hele bir çocuğu doğsun ona kendisi bir radyo alacaktı. Düşünceleriyle boğuşurken sanki yüzüne sarıya yakın bir ışık çalındı. Cibinliği biraz aralayarak gökyüzüne baktı. Ay parıl parıldı ve sarı sarı ışıklar saçar gibiydi. Tövbe çekti önce “Ay, sarı olur mu gız?” dedi kendini çimdikledi. Ama yok, sapsarıydı işte. Güneşten daha sarı. Baktı baktı… Ne kadar uzun süre orada olduğunu unutacak kadar sarmıştı onu bu ışık. Sonra bir anda caminin ve kilisenin sesini duydu. Halk ayaklanıp işe koyulurken Benice, gece gördüğü sarı ışığın sönmediğine, içine yerleştiğine ve içinde yaşayacağına inanmıştı bile.
Günler öyle hızlı geçiyordu ki Benice artık aldığı kilolardan yürüyemeyecek hâle gelmişti. Yaz bitmiş, sonbaharın son günlerine yaklaşılıyordu. Haziranda kurbanlıklar satıldığından beri evde birçok şeyi yenilemişlerdi. Bir de tilfaz dedikleri bir icadın köye geleceğinden bahsediyorlardı. Kasabada herkeste varmış. Pek çok kere bu tilfaz hakkında konuşulmuştu ama daha bir tane bile görmemişti köy halkı. İn midir cin midir bilinmiyordu. İçinde insanların göründüğünü ve konuştuğunu söylüyorlardı. Benice ise doğum yaklaştıkça çıkan yeni haberleri hep çocuğunun hayırlı olmasına bağlıyor, göğsü kabarıyor, diğer gelinlere büyükleniyordu. Bebeğin erkek olduğuna dair şüphesi kalmamıştı artık. Zaten kocasıyla malum gecelerden sonra hep sol tarafına yatardı. Bu, erkek çocuk olması için iyi bir yöntemdi. Öyle bir erkek evlat yetiştirecekti ki annesine tek bir laf söyletmeyecekti. Herkese karşı biricik anacağını koruyacak, ona çamaşır yıkayan aletlerden alacaktı. Bu hayallerle işleri ya yapıyor ya yapmıyor; sedirde, tarlada, damda sürekli uyuyakalıyor ve sarı bir ışık gözüne gelerek uyanıyordu. Kocası ve evdekiler onu görmezden geliyorlardı. Hamileliğini bu kadar ayan beyan yaşaması onları rahatsız ediyordu, çocuk var diye de bir şey yapamıyorlardı. En iyisi görmezden gelmekti. İnsanı en çok incitenin, yaralayanın yok sayılmak hissiyatı olduğundan habersizlerdi. Gerçi haberleri olsaydı umursarlar mıydı? Orası muamma.
Kasım ortalarında sancısı tuttu, 1 aydan fazla vardı dokuz ayın dolmasına fakat bu sancının diğerlerinden farklı olduğunu anlamıştı. Tarladalardı, seslenmek istedi, etrafına baktı, herkes uzaktaydı, zaten sesi de çıkacak durumda değildi. Yarı baygın kendini yere bıraktı. Tarlada oturmayı da yatmayı da sevmezdi aslında. Böcekten, yılandan, haşerattan çok tiksinirdi. Şimdi böyle kıvranarak yatmıştı ama kendini kuru taraflara çekmek istiyordu. Otların arasından ne geleceği belli değildi, o zor anında bile bunu düşündüğü için kızıyordu kendine. Biraz sonra eltilerinden biri onun yerde kıvrandığını fark etti, koşarak geldi. Erkekler hiç yanaşmadı bile, kadınlar etrafında çember oldular. Binbir güçlük ve çığlıkla mücadele ettikten sonra çocuğu kucaklarına aldılar. Benice’nin kanaması durmuyordu, çocuğu kollarına aldıkları gibi Benice’yi sırtlaması için kocasını çağırdılar. Adam, onu kucaklayamayacağını, belinin ağrıyacağını söyleyince Benice’yi mecburen el arabasına oturtup köye yetiştirdiler. Ebe tam iki saat uğraştı, zar zor durdu kanama. Herkeste bir sessizlik vardı, hiç bebek doğmuş bir ev gibi değildi. Hâlbuki şimdiye tatlılar dağıtılmalı, keyif kahveleri içilmeliydi. Bebeği sordu ebeye, ebe odadan çıkıp kundakla geri geldi. Bebeği kollarına alınca büyük bir yük hissetti sırtında, öldürmek istedi onu. Hele o yeşil gözlerine bakınca boğup atası geldi. Bu yoğun hisle kundağı açıp baktı, kızdı bu bebek. Bir kız doğurmuştu. İşte şimdi tüm emekleri boşa gitmiş, rezil rüsva olmuştu. En büyük korkusu gerçekleşecek, kaynanası kocasına imam nikâhlı birini getirecekti. Belki Antep’ten belki Suriye’den… “Bu tat da başka olsun” diyecekti göz bebeği oğluna. Ailesinde çok erkek olan bir kız seçeceklerdi mutlaka, Benice’den küçük olacaktı. İçten içe güldü, “Benden küçük olacak ha?” dedi kendi kendine. Benice 17 yaşındaydı, ondan küçüğü zaten çocuktu. İçi içini yiyerek odaya girmelerini bekledi, kimse gelmedi. Eltilerinden biri yemek getirdi, “Bir şeye ihtiyacın var mı?” diye sordu, gerçekten hissederek sormadığını anlamıştı Benice. İstemedi bir şey. Çocuk huysuz değildi, annesinin koynunda öylece duruyordu. Onu beslemek gelmiyordu içinden, şimdi herkes onun yüzünden kötü davranacaktı Benice’ye. Döveceklerdi, söveceklerdi. Şeytan aklına türlü fikirler sokuyordu, göğsünü açıp emzirirken de bu fikirlerden birini getiriverdi aklına. İyice bastırsam kafasını diye düşündü. “Ölse gitse. Alkarısı geldi desem, gördüm vallah oydu desem, iki tokat da kendime atsam sanki beni dövmüş gibi. Kim soracak, kim bilecek?” dedi. Cesaret edemedi, kendisi de çocukken bir çocuğun ölmesi fikrine razı gelemedi. Günler sonra kendini iyi hissedip odadan çıktığında ne kendisi için ne de doğan kız çocuğu için iyi şeyler olmayacağını anlamıştı…
Bölüm 2
وَاَخْرَجَتِ الْاَرْضُ اَثْقَالَهَاۙ
(Ve yer ağırlıklarını dışarı attığında)
Doğan çocuğa seslenilecek ismi kimse bulmakla uğraşmadı, köyden az uzakta yaşayan yaşlı bir kadın vardı: Sâhir Ana. Masallar anlatırdı, düğünlere çağırırlardı onu. Efsanelerden, geçmişteki hikâyelerden ve Dicle’den bahsederdi, en çok Dicle’den. Dicle’ye tapardı âdeta, o gürül gürül suya saatlerce bakardı. Bir gün çıkıp Benicelere geldi. Çocuğa yün bir fanila örmüştü, pek güzeldi. Eski entarilerinden birini bozmuştu bunun için. Oturup soluklandıktan sonra gelinler ayran getirdi, dizlerinin dibine çöktüler. Bebeği görmek istediğini söyledi, öyle otoriter oturuyordu ki kimse tek kelime edemedi. Benice koşup uyuyan bebeği getirdi, kucağına bıraktı. Bir süre okudu, üfledi ve ismini koyup koymadıklarını sordu. Herkes birbirine baktı, yaraların bazen sessizce de bağırabildiğini öğrendi o gün Benice. Çünkü o gün Sâhir Ana onu anlamıştı. “Ben bir isim koyayım münasipse?” dedi Benice’nin kaynanasına. Kadın başıyla onay verdi, bebeği bir kere bile kucağına almamıştı, isminin Ayşe mi Fatma mı olacağının hiç önemi yoktu onun için. Gülümsedi, bebeğin minik saçlarının çıkmaya başladığı başını okşadı, bebek bu hareketten sonra gözlerini açtı. Kadınla bir süre bakıştılar, kaşları çatılmıştı Sâhir Ana’nın, tanıdık birine bakar gibiydi. Bir süre sonra kafasını kaldırıp “Zerefşan” dedi. “Dicle’nin kenarında neden böyle bereket vardır biliyor musunuz?” diye sordu. Cevap beklemiyordu, kendi yanıtladı. “Altın saçar da ondan. Rabbim, Dicle gibi gürül gürül akan bir ömür nasip etsin, ayağına taş değmesin. Âmin.” Ağız ucuyla aminler duyuldu, kimsenin umurunda değildi Dicle ya da Zerefşan. Bir tek Benice kızındaki farklılığı anlıyordu, Sâhir Ana’yı tek yakalasa soracaktı. “Sen de gördün değil mi?” diyecekti. “Sanki gözlerinin içinden sarı sarı ışıklar çıkıyor.” Etraftaki kalabalık dağılmayınca içinde kaldı hepsi.
Zerefşan bir yaşındayken Antep’ten bir gelin getirdi kaynanası. Daha 15’indeydi, imam nikâhı kıyıldı o gece, Benice içinde öyle bir kinle uyudu ki bu kin bir bomba olsaydı dünya nüfusunun yarısı yok olabilirdi. Kız zifafa girmek istemeyip, korkup ağlayınca çok dövmüşler. Öyle ki sabah uyandığında Zerefşan görüp sarılık olur diye odadan çıkarmadı kızını. Yeni gelinin adı Hümay’dı. Bunu da çok sonra öğrendi Benice. Kız konuşmuyordu, konuştuğunda da ne dediğini kimse anlamıyordu. Belli ki Antep’e de bambaşka bir yerden gelmişti. Ne derdini anlatabiliyordu ne ona söyleneni anlayabiliyordu. Benice ona ablalık etmeye karar verdi, her işi öğretti. Kendi dillerini bile “bu ekmek, bu su” diye tek tek göstererek öğretti. Kocası bu sürede Benice’yi rahat bırakmadı. Hümay ona yaklaşmayıp çığlıklar attıkça sinirleniyor, dövüyor, gece Benice’nin yanına gidiyordu. Zerefşan 2 yaşındayken bir erkek kardeşi oldu. 3 yaşındayken bir tane daha. Hümay’ın da dili çözülüp söyleneni anlamasıyla onun da gebelik dönemi başladı ve bitmedi. Ev çocuk sesleriyle yankılanıyordu. Artık aynı evde bu kadar kişi yaşamak zor gelmeye başlamıştı ve Zerefşan 7 yaşındayken köyün biraz üstünde kalan arsalarındaki eski yıkık evi onarmaya karar verdiler. İki erkek kardeş ve gelinler oraya geçecek, kaynanayla kaynata ve diğer iki oğul evde kalacaktı. Çocukları yaşlarına bakmadan işe koştular ama en çok Zerefşan’ı. Ailede bir türlü sevilmeyen, itilip kakılan, bayramlarda bile bir esvaptan mahrum edilen o oluyordu hep. Kardeşleri ve kuzenleri de ondan çekiniyordu sebepsizce. Babaannesi sık sık “Bu kız normal değil” diyordu. Zerefşan bütün bunların içinde en çok inekleri yaymaya götürmeyi seviyordu. En büyük hevesi Dicle kenarına inmekti. Tüm otları ezberlemişti, etraftaki tüm hayvanları öğrenmişti, suyun içindekileri bile. Hayret duymuyordu hiçbir şeye. Annesine, babasına, kardeşlerine, babaannesine ve dedesine sevgi beslemiyordu, nefret de etmiyordu. Onları doğmamış sayıyordu. Bu oyunu kendi kendine bulmuştu. Onlar doğmamıştı ama Zerefşan doğmuştu. Çünkü Zerefşan’ı Benice değil Dicle doğurmuştu. Kendince bu oyunu oynamayı, etrafındaki haşeratı ailesi saymayı günlük eğlencesi hâline getirmişti.
Evi kurup taşındıktan tam bir sene sonra jandarmalar kapıya dayandı. Zerefşan’ın saçlarını okşamışlardı ve yaşını sormuşlardı. “Hepsinin büyüğüyüm ben, ablalarıyım.” dedi Zerefşan gururla. Babası kapıya çıkıp jandarmaları görünce kendine çeki düzen verip buyur etti. Herkesin tedirgin olduğu bu ziyaretin amacı sanılandan daha güzel çıktı. Zerefşan’ı ve erkek kardeşini okula başlatacaklardı, okul yaşları gelmişti. Babası “Oğlan neyse de kız da mı gidecek ağam, olur mu?..” diyecek oldu, jandarma onu eliyle susturdu. “Kardeşim, istiyoruz ki bu ülkenin her ferdi hürce, rahatça, yaşasın. Ektiği ekinin, yediği yemeğin tadını alsın. Bir seneyi de para yetişecek mi, malımızı davarımızı satacak mıyız diye düşünmeden geçirsin. Bunlar da iş bilen, okuyan çocukların elinden geçer. Şimdi devletin kararı katidir. Okul mecburi, sen göndermezsen biz gelip alacağız. İyisi mi sen ne devletle ters düş, ne de ta nerelerden buraya sizin çocuklarınız için gelecek o öğretmenleri üz.” Baba üzüldü. Zerefşan ilk kez babasının yüzüne gölge düştüğünü gördü. “Pekey, sen nasıl dersen komutanım başım gözüm üstüne.” dedi. Komutan gidince söylene söylene dolaştı. “Kız çocuğu okur mu? Adımızı çıkaracak köy yerinde.” dedi durdu. Abisi ortamı yumuşatmak için söze girdi. “Zerefşan gitsin işte kardeşiyle. Hem zararı mı var, malımızın parasını hesaplar hiç yoktan.” dedi. Baba, Zerefşan’a ters ters baktı. Zerefşan yüzüne düşen saçlarıyla gözlerini kapattı, babayla hiç göz göze gelmezdi. Onay verildiğini anladı, mektep yolu görünmüştü. Öyle bir gururlandı ki sanki ayakları yere basmıyordu.
Ertesi gün baba elinde poşetlerle geldi, kasabaya gitmişti. Siyah önlüğü bir çıkardı ki aman ev bir curcunaya döndü. Çocuklar, sırt çantası nedir ilk kez gördüklerinden bir o eline alıyordu bir diğeri. Zerefşan, hiç yaklaşmadan öylece bekledi bu gösterinin bitmesini. Hümay, “Gel Zerefff gelll!” dedi. Bu kızın hiçbir zaman hiçbir kelimeyi tam söyleyemiyor oluşu Zerefşan’ın ona anlamsızca bir sevgi beslemesine sebep oluyordu. Onu hiçbir zaman üvey ana olarak görmüyordu, ablası gibiydi onun. Gitti, önlüğüne ve çantasına baktı. “Sağ ol baba.” dedi. Babası onu ilk kez görüyormuş gibi kaşlarını çattı, eğildi. Kızının kolunu sıkıca kavradı. “Bana bak, edeplice git edeplice gel. Hele benim kulağıma bir laf gelsin, hele bu köyde senin adını bir kişiden duyayım, o zaman o Dicle’nin dibinde bulursun kendini!” dedi. Saçlarıyla örttüğü yüzü iyice yere eğilmiş olan Zerefşan kafa salladı. Gece herkes uyuduktan sonra dama çıktı. Hava biraz serindi ama en güzel buradan görülüyordu ay ve yıldızlar. En güzel burada hayal kuruluyordu. Önlüğünü giyip okulun en başarılı öğrencisi seçildiğini hayal etti. Babasının yüzüne bakmayacaktı asla. Saçlarını okşamasına, aferin demesine bile müsaade etmeyecekti. Hiç kimse ona aferin diyemezdi öğretmenden başka. Hayallerinin içinde uykuya dalmak üzereyken bir ses duyar gibi oldu. Kalkıp kapının önüne baktı, tavuklara tilki mi geldi diye kontrol etmek istedi. Bir süre bekledi, etrafa baktı, hiç kimse yoktu. Ahırın önünden bir şeyin kayıp gittiğini gördü. Emin olamadı, arkasından dolaştı, baktı. Seslenmek, bir haşeratsa korkutmak istedi, bir anda ağzından bir isim çıktı. Birkaç kere o isimle seslendi. Bir tıslama sesinden başka bir şey duymadı. Koşarak eve girdi, seslendiği ismi hatırlamaya çalıştı, düşündü düşündü bir türlü bulamadı. İsmi düşünerek uyuyakaldı. Rüyasında kendisini bir ağacın tepesinde oturmuş elma yerken gördü.
Bölüm 3
وَقَالَ الْاِنْسَانُ مَا لَهَاۚ
(Ve insan, “Ne oluyor buna!” dediğinde)
Sabah Benice erkenden uyanıp çocuklara azık hazırladı. Bir kömbenin arasına yağ ve bal sürdü. Bir tane de küçük domates ekledi. Çiçek gibi hazırladı iki evladını ilk okul gününe. Zerefşan’ın saçlarını çayla güzelleştirdi, sımsıkı bağladı. Ağızlarını yüzlerini Arap sabunuyla köpürttü, yıkadı. Geçen yıl eve tilfaz gelmişti. Türlü artistlerin filmlerini, siyasetçileri, sanatçıları hep oradan izliyorlardı. Benice onların suratına hayran hayran bakardı. Hiç çatlamamış ellerine, su toplamamış ayaklarına… O ince ayakkabıların içindeki pürüzsüz görünüşlerine bakardı. Zerefşan’da da anlayamadığı bir şeyler vardı. Artık onunla yıkanmayı reddediyordu kızı ama Benice farkındaydı. Vücudunda hiç tüy yoktu fakat sürüngen hayvanların derisi gibi pul pul geliyordu insanın eline. “Kabukları var işte mıymıy kaplumbağanın.” dedi gülerek. Küçükken böyle miydi diye düşünse de hatırlayamadı. Belki de hiç o kadar dikkatli bakmamıştı istemediği bu çocuğa. Okula gönderirken bir garip hüzünle doldu içi. Demek bu köyden bir kız okuyacaktı. Öyle buruk bir histi ki bu, kendi yaşayamadığını çocuğu yaşadığı için seviniyor, bir yandan da o kişi Zerefşan olduğu için kıskanıyordu. Sanki o, hiçbir şeyi hak etmemesine rağmen Allah onun önüne fırsatlar seriyordu. Bir keresinde kocası sinirli biçimde eve gelip hıncını Zerefşan’dan almak isterken ahırın tepesi çökmüştü. Günlerce onunla uğraşmaktan kimsenin aklına gelmemişti Zerefşan. Sonra kaynatası Zerefşan 5 yaşındayken süt kovasını taşıyamayıp döktüğü için bahçedeki kızgın demiri ceza olsun diye eline basacağını söylemişti de o hafta her gün yağmur yağmıştı. Bütün bunlar bazen Benice’yi korkutuyor Sâhir Ana’nın düğün günlerinde anlattığı o hikâyeyi aklına getiriyordu.
Düğün günü kızlar eğlence yaptıktan sonra geceye doğru damda toplanmışlar, Benice’yi ortaya oturtmuşlar, yorgunluklarını atıyor, tatlı yiyorlardı. Sâhir Ana “Destur var mı?” deyip gelince herkes, “bir masal, bir hikâye” diye tutturdu. Sâhir Ana “Benice ne istersin, ne anlatayım?” diye sordu. Benice kısık sesle “Korkunçlu olur mu?” dedi. Kızlar gülüştü. “Olmaz mı?” dedi Sâhir Ana, “En korkuncundan. Bu diyarın en eski, en fiyakalı masalıdır bu.” Hep beraber kikirdediler. Korku hikâyeleri onları günlerce uyutmazdı ama o his, hikâyeyi dinlerken hissettikleri buz kesme hissi… Muhteşemdi. Ay dede yorganını üstüne çekmiş, yıldızlar balkonlardan sarkmış bu hikâyeyi dinliyordu. Sâhir Ana bir yudum su içip başladı anlatmaya:
Bu diyarın en güçlü hükümdarı karısı ve çocuklarını büyük bir sel felaketinde kaybeder. Yaşadıkları yerin yarısı suyun altında kalır. Kendisi de zar zor kurtulur ama ne yazık ki en değer verdiği insanları kaybetmiştir artık. Bir süre hasta, yorgun ve çaresiz dolaşır. Sonra ailesini yitirmiş bir kadınla tanışır, o da kocasını kaybetmiştir. Kral o kadınla saraya gider, bu felakette kimsesiz kalan birçok kişiyi saraya alır. Veliahtlarını kaybetmiş olmasının yükünü fark edince karşılaştığı kadına evlilik teklif eder, tek şartı çocuk yapmalarıdır. Durumun vahameti ve ülkesinin geleceği onu ümitsizliğe sürüklemiştir. Her yıl bir çocukları olur, şehir bereketlenip şenlenir. Kayıplar telafi edilir, çarşılar ve evler yeniden kurulur. Kraliçe bir gün rüyasında sudan bir bebek aldığını görür. Bunu krala anlatır, kral çok üstünde durmaz ama o gece aynı rüyayı kral da görür. Tüm ülkeyi dolaşırlar, rüyalarında gördükleri suyu bulmaya çalışırlar ama bulamazlar. İdiga kenarında oturup dinlenirken bu ülkenin en büyük suyunda bile bulamadılarsa hiçbir yerde bulamayacaklarını düşünüp hayıflanırlar. Kraliçe suya girmeyi teklif eder kocasına, olur mu olmaz mı derken karar verip girerler. Buz gibi su vücutlarına değince ikisi de keyiflenir. “Tepedeki güneşin altında hiç mi ısınmaz bu su?” diye düşünürler. Bir süre yıkandıktan sonra çıkarlar sudan. O günden tam 9 ay sonra bir erkek çocukları olur, bu çocuğun derisinde parıl parıl pullar vardır. Balık gibi gelir insanlara, balık gördünüz mü hiç? Büyük kocaman balıklar bile parıldar böyle. Heh tam o işte. Büyüdükçe geçer diye umarlar, gerçekten de parlaklığı azalır ama derisi yine pütür pütürdür. Çocuk büyür, delikanlı olur, kardeşler arasında hemen seçiliyordur çünkü tek sarışın odur. Diğer kardeşlerinin esmerliği yanında öyle dikkat çeker ki her gittiği yerde onu sorguya çekerler. “Kimlerdensin, nereden gelirsin?” diye sorup dururlar. Babası, evlatları arasında seçim yapmakta zorlanacağından onlara bu diyarın en güzel kızıyla evlenene tahtını bırakacağını söyler. Hepsi atlarına atlayıp diyarın en güzel kızını aramaya koyulurlar. Sarışın olan ise gündelik hayatın akışını hiç bozmaz. Gelinlerin geldiği gün büyük bir ziyafet verilir ve en güzel gelin seçilecektir. Her veliahttın yanında güzeller güzeli kızlar vardır fakat sarışın veliaht tek gelmiştir. Kral için büyük hayal kırıklığıdır bu. Bir süre sonra kızlar tek tek kendilerini tanıtıp güzelliklerini gözler önüne sererek kraliyet halısında yürürler. En sonuncu gelin de yürüdükten sonra kapı açılır, prenses gibi bir kız içeriye girer. Kumral, yeşil gözlü bir kızdır bu. Misafirler büyülenmiş gibi ona bakarlar. Kız kralın önünde eğildikten sonra elini sarışın veliahta uzatır “Erbüke, tanıştırmayacak mısın bizi?” Sarışın veliaht bu isimle sarsılır, kendi isminin ne olduğu bile hatırlamadan kıza doğru yürür ve elini tutar. Boğazını temizleyerek “Size gelin adayımı takdim etmek istiyorum efendim, ismi Loren.” “Kimdir, necidir, bizden biri midir? Bizim milletimize benzemiyor.” sesleri arasında gelin adayı sarışın veliahtla yerine geçer. Sıra oylama yapmaya gelince gelinler dahil herkes birincinin kim olacağını anlamıştır. Sarışın veliaht, Loren’e eğilerek “Neden bana o isimle seslendin?” diye sorar. Loren şaşırarak “İsmin bu!” der. Sarışın veliaht bir süre gerçek ismini hatırlamaya çalışsa da bulamaz. Nasıl tanıştıkları, nerede tanıştıkları muamma olan bu çift tahtın adayı olmuştur artık. Kral ve kraliçe bir süre geziler yapacak, yaşlılığın keyfini çıkaracaklardır. Görevi bırakmadan önce hem onları eğitmek hem de gelinlerini yakından tanımak adına bir haftalık bir “Nasıl devlet yönetilir?” dersi başlatırlar. Her gün çeşitli konuları tartışıp hem onların fikirlerini dinler hem de olması gerekenleri anlatırlar. Bu süreçte kraliçe kızın derisinin de oğlunun derisi gibi olduğunu fark eder. Dayanamayarak nasıl tanıştıklarını sorar. Loren “İdiga’da” der. “Orada durmuştuk askerlerimizle beraber. Ben birkaç eşyamı yıkamak için İdiga’ya eğilmiştim ki Erbüke beni tuttu, az kala su beni alıp götürecekti.” Gülümser. Kraliçe, “Neden ona bu isimle sesleniyorsun?” diye sorar. Loren yine şaşırır “İsmi bu” der. Kraliçe bir süre oğlunun ismini düşünür, bir türlü hatırlayamaz. Günler hızlıca geçip gider ve Erbüke’yle Loren tahta otururlar. Onların aşkını örnek alan çiftler şehrin her yerinden ziyarete gelirler. Kimisi de Loren’in saçından bir tel almak ister ki çocukları ona benzesin. Hizmetçiler bir süre kral ve kraliçeden çok korkmaya başlarlar. Kendi aralarında farklı bir dil konuşuyorlardır; bu ülkenin değil, başka ülkenin değil. Fısıldayarak hatta tıslayarak. Öyle keyifle konuşuyorlar ve kahkahalar atıyorlardır ki hizmetçiler başlarına bir felaket geleceğini düşünmeye başlarlar ve bir gün o felaket gelir. Kraliçe doğum yapar, sarı gözleriyle yakışıklı mı yakışıklı bir erkek çocuğu doğurur fakat çocuğun başı insan, altı yılandır. Halk inanamaz, saray onu görmek isteyenlerle dolup taşar. Kraliçe ve kral onun bir mucize olduğunu, Tanrı tarafından seçildiğini ve herkesin ona itaat etmesini söyler. Yılan çocuk büyür, büyür, büyür…”
“Anaaaa hadi gı çantamızı verrr!” sesiyle kendine geldi Benice. Hikâyeyi düşünmek bile tüylerini diken diken etmişti. Bu hikâyeyi gelin olmanın heyecanıyla dinlerken hiç dikkat etmemişti ama cümle cümle aklındaydı hepsi. Çantaları verip çocukları yolcularken İdiga neresi acaba diye düşündü.
. . .
YAZAR
Mişa Dirahşan
EDİTÖR
Elif Berra Kılıç
Editörden Not: 8 bölümlük öykünün ilk üç bölümünü sizlerle paylaştık. Önümüzdeki iki hafta boyunca da diğer bölümleri paylaşmaya devam edeceğiz. Keyifli okumalar diler, yazarımıza teşekkür ederiz.
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!