Mutfaktan enfes kokular geliyordu. Bu kokular Doğan’ı çok eskiye götürmüştü. Bugüne değin yapmamıştı annesi. Balkona hava almak bahanesiyle çıktı. Annesi sofraya çağırana kadar balkon demirlerine dayanmış hâlde sigaraları birbiri arkasına sıralamıştı. Nihayet yemek masasına oturduğunda annesi ile göz göze gelmiş, ikisi de aynı şeyi düşünüyorlardı. İkisinin de yarısı ikisinin de yarası…

O gün de annesi Azize Hanım yine mutfakta yaprak sarması, kuru fasulye, pilav yapmıştı ve Fırat’ın en sevdiği tatlı olan şekerpareyi. Doğan’ın haftalar sonra babasını görecek olması sevinciyle yaptığı şımarıklığa ve koşuşturmaya aldırmadan sofrayı kuruyordu Azize. Büyüyen karnına bakmadan onca hazırlık yapmıştı, hoş yorulmazdı ya. “Daha dün gibi” diye düşündü Fırat’la evlenmelerini tabakları masaya bırakırken. Babası “Ben asker adama kız vermem.”  diye tuttursa da onların sevgisi ihtiyarın kuru inadını kırmaya yetmişti. Yaşlı adamın sözleri ikisinde de yara açmışsa da bu konu hiç açılmayacaktı. Zaten torunu Doğan’dan sonra yaşlı adam bile unutmuştu olanları. Azize tüm bunları düşünürken kapı zilinin çalmasıyla irkildi. Fırat gelmişti… Doğan hoplaya zıplaya koştu kapıya. Tüm çocuksu sevecenliği ve baba özlemiyle açtı kapıyı. Babasının her gidişinde küser, geldiği vakitse unutuverirdi küslüğünü. Şimdi de öyle olmuştu. Önce eşine, onu bekleyişine sonra da kurulu masaya minnetle baktı Fırat, bu bakışın bin minnet olduğunu ikisi de biliyordu. Doğan’ın çekiştirmeleri ile yemeklerini yemeye başladılar. Babası yine bağlama çalsın, şiir okusun istiyordu. Onun için sandalyeleri üst üste koyup babasının bağlamasını indirmiş koltuğun üstüne çoktan koymuş babasına işaret ediyordu. Onun bu sevecen hâllerine ikisi de uzun uzun gülmüştü. Azize “Tamam oğlum yemeğini bitirsin baban, hem yorgundur.” diye hafiften sitem etti. “Anne, ağzıyla söyleyecek zaten. Hem babam türkü söylemekten bıkmaz ki.” diyerek yerine oturdu Doğan. Fırat bir şey söylemeden ikisini izleyerek gülüyordu. Tamam, dercesine göz kırptı oğluna. 

“Hani bize bir diyeceğin vardı söyle bakalım.” dedi Azize. Doğan sanki on değil de altmış yetmiş yaşındaymış edasıyla ellerini arkadan birleştirerek dikildi karşılarına. Babasının ona aldığı pantolon askılarını takmış, gösterircesine kasılıyor ve ufacık göbeği ile epey komik görünüyordu. Masanın etrafını adımlayarak “Kardeşimin adını ben koymak istiyorum, Aybüke olsun.” diye çırpıverdi minik ellerini. İkisi de bu çıkışı beklemiyordu, hayretle birbirlerine baktılar. Fırat oğlunu yanına oturtarak sordu : 

-Nereden aklına geldi oğlum kardeşinin adını vermek? 

-Geldi işte baba, öğretmenimin adı lütfeen! diye sarıldı boynuna. İsim konusunu konuşacak vakitleri olmamıştı Fırat’la Azize’nin. Bir yandan da iyi olmuştu bu ismi sevmişlerdi de. Fırat ikide bir “Aybüke!” diye nida ediyordu kendi kendine. Eli karnında Azize ise ona gülmekle yetiniyordu. Hep kızı olsun isterdi Fırat. Allah ona bir kız evlat nasip etmişti ve onu kucağına alabilecekti. “Ne güzel bir kız olur kim bilir Aybüke, ne güzel güler, kendisi onu güldürürdü… Herkes heyecan ve büyük bir umutla evlerine ay gibi doğacak Aybüke’yi bekliyordu.

Fırat bağlama çaldı, türküler okudu. Bu gece mıh gibi çakılı kaldı beyinlerinde. Türkü türkü yanıp yankılandı yürekleri. Ertesi sabah Fırat yine göreve gidecekti… Öyle de oldu. Lakin Fırat’ın bu gidişi diğerlerine hiç de benzemiyordu. Bu gidiş dönmeyişin habercisi, ruhu yaralayan sancıların müsebbibi olacaktı. Issız yolda kahpece bir pusuya düştü. Fırat’ın şehadet haberi çok geçmeden evine ulaştı. Azize Fırat’ın acı haberini alır almaz yıkıldı sağır oldu sanki. Yeryüzü ayağının altından kaydı, gök kubbe tepesine geçti âdeta. Öylece yığılıp kaldı. Doğan’ın çocukluğu babası öldüğü gün bitti, birden büyüyüverdi. Öğrendikleri onu büyümeye mecbur kılmıştı. Silahı öğrendi, hainliği, insanları öğrendi. Bir insana kaç kurşun sıkılır, bir beden ne kadar ayakta kalır? Babasının adı mı değişmişti. Fırat değil şehit diyorlardı ona Doğan’a ise “şehit çocuğu”…

Azize aldığı haberin ağırlığı ile hastanede açtı gözlerini. İnanamıyor, inanmak istemiyordu.  Bedenindeki acıyla ruhundakini mukayese edemiyordu. Daha kucağına alamadığı kızını da kurban vermişti o güne. Bir kurşun kaç insan öldürür, kaçını mezara gömer? Aynı el, aynı emel almıştı Aybüke ve Fırat’ı. Bundan sonra hayata nasıl devam edilir bilmiyordu. Evleri dolup taşıran etten duvar içindeki siyasilerin “Vatan sağ olsun” deyişleri batıyordu içine en çok. Ne kadar kolay söyleniyordu “Vatan sağ olsun”. Vatan, Fırat ve Aybüke ile birlikte de sağ olamıyor muydu? Bir eli kalbinde diğeri karnında bir ömür geçirmeyi nereden bilecekti ki bu takım elbiseli siyah gözlüklü adamlar, bu acıyı nereden bileceklerdi? Milyonların ağırlığı eşinin üzerinde, eşininki ise Azize’nin. Ayakları onu taşımasa da dik durmaya zorluyordu kendini. “Vatan sağ olsun” demek ancak sağ kalabilmesi için bedel ödeyenlerde eğreti durmuyordu bir tek. Gerisi hep ağız dolusu riya. Gözyaşını elinin tersiyle silip, başını kaldırıp tümden göğe dikti gözlerini. Bu toprakların kadınca duruşuydu bu bakış…

Yıllar geçmişti. Bir günün bin yıla denk olduğunu kimse anlayacak değildi. Hem herkes çoktan unutmuştu, Azize ve Doğan dışında. Kalmak, kalabilmek de herkesin harcı değil, anlaşılan en büyük gerçek buydu. Bir hafta sonra düğünü olacaktı Doğan’ın. Annesiyle birlikte babasına ve kardeşine gittiler, dua ettiler. Doğan, gözlerini yanı başındaki mezar taşında bulunan al bayrağa dikerek uzun uzun konuştu. Düğünü olacağını anlattı babasına ve kardeşine. Hayatının en güzel yıllarında yaşamı elinden alınan babası ve henüz bir gülüşüne bile izin verilmeyen kardeşi Aybüke’nin küçük mezarı kor gibi yakıyordu içini. Yaşasaydı yirmi üç yaşında olacaktı. “Hainliğin ve zalimliğin insan seçmeyişinin kanıtı gibiydi bir bebek mezarı.” Babasızlığını nişane gibi göğsünde taşıyan Doğan’ın içindeki boşluğu şehit çocuğu olmak bile dolduramamıştı. Oradan güçlükle ayrılırken ilerde bekleyen annesine takıldı gözleri. Azize, tıpkı yıllar önceki gibi bir eli kalbinde bir eli karnında çakılı duruyordu orada. Acıları hariç her şey eskimişti. Saçları, gözleri, elleri… Sessizce birbirlerine dayanarak yürümeye başladılar anne oğul. Hafif bir yağmur başladı, sanki içlerindeki acıyı söndürebilecekmiş gibi. Sonra babasının o son gece söylediği, ondan ilk ve son defa duyduğu türküyü anımsadı. Elindeki şemsiyeyi kapatıp yüzünü yağmura dayayıp söylemeye başladı. Sesi tıpkı babasınınki gibiydi. Azize Hanım gözlerini kapatmış dinliyordu oğlunu. Sanki Fırat’ın sesini duyuyormuş gibi…

Bak bulutlar geçiyor üstünden kaldır başını 

Al, mendilim sende kalsın, sil yaşını of, 

Memleket, sevdana yürek gerek 

Aysız gecelerde kumrular ağlar içimde 

Söz, düşsek de uzakların yoluna of, 

Öleceğiz doğduğumuz toprakta of, 

Memleket, sevdana yürek gerek. 

En çok da “Öleceğiz doğduğumuz toprakta” derken içten çıkıyordu sesi. Herkesin duyduğu ancak çok azının bilip yaşadığı cümlelerdendi. Adımları iyice ağırlaşmıştı artık. Türkü bittikten sonra bir süre susup ardından konuşmaya başladı Doğan. Hücrelerine kadar dağılan hislerini ilk defa cümlelere döküyordu: 

– Bana baba olamayan Fırat, toprağa evlat oldu. Aybüke’nin henüz duyamadığımız sesini, gözlerini, ellerini toprakla örttüler. İsyan değil ettiğim. Fıratlar, Aybükeler toprağa girmek için mi geliyor dünyaya? Yarım, yaram oldu. Acım da benimle birlikte büyüdü. Bedenim toprağa girse de bu acı bu topraklarda baki kalacak. Cerahatim var ancak kabahatim yok…”

Tuğba Şahin

Editör: Elif Berra Kılıç

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir