Bütün erkekler nereye gitti? Geçen yaz babamla birlikte portakal ağacına kurduğumuz salıncakta sallanırken soruyorum kendime. Kuzenime doğru salınırken üstündeki beyaz yakalı mavi önlüğe takılıyor gözlerim. Durmadan okuldaki arkadaşlarını, derslerini, öğretmenlerini , bakkalda satılan horoz şekerlerini anlatıyordu bana. Birkaç yıl sonra benim de okula başlayacağımı söylemişti annem, okuldan dönenleri ağlayarak pencereden izlediğim bir akşamüstü. Ancak şu an ne yerden kesilen ayaklarımı ne de beyaz yakalı mavi önlüğü düşünebiliyorum. Sessiz geçen bir kahvaltıdan sonra evdeki bütün erkekler ayakkabılarını giyip, üstlerine paltolarını çekip gitmişlerdi. Hâlâ gelmediler. Sadece onların gidişlerine değil, dün geceden beri olan hiçbir şeye anlam veremiyorum.

Gece yarısı saat dördü geçerken çekmeceden yağlı bir kağıt ve iki tarafı tıraşlanmış kurşun kalemimi alıp olabildiğince sessiz, mutfak penceresinin önüne gitmiştim. Perdeyi aralayıp kara geceye baktığımda yıldızların arasında cılız ışığıyla hilal şeklindeki ay görünüyordu. Kağıdı karalamaya başladım. Öğretmenim olmadığı için bana bu ödevi yan komşumuz Leman teyze vermişti. Her gece kalkıp her seferinde farklı bir şekle bürünen ayın resimlerini çiziyordum kağıtlara. İlk günler hevesle kalkıp pencereye koşarken şimdi sıcak yatağımdan kalkmak biraz zor geliyor aslında. Olsun, eğer resim çizmeye bile üşenirsem birkaç yıl sonra okuma yazmayı nasıl öğreneceğim? Öğretmenlerim “Bu da ne tembel kızmış!” demez mi sonra bana?                

Ayın üstündeki ufak benekleri karalarken dedemle babaannemin kaldığı odanın kapısının açıldığını duydum. Dedemin uyumadığım için bana kızmasından korkup buzdolabının arkasına saklandım hemen. Neyse ki mutfağa hiç uğramadı, tuvalete gitmek için kalkmıştı herhâlde. Olduğum yerde ses çıkarmadan dedemin odasına gitmesini beklerken bu sefer başka bir kapının açıldığını duydum. Birkaç saniye sonra dedemle birlikte babam, iki kara gölge hâlinde mutfağın önünden geçti.

Gölgelerin sayısı zamanla arttı. Annem, Mümtaz ağabeyim ve Asu ablam, koşar adım geçtiler koridordan. Çok geçmeden babamın sesini duydum “İrem’in aynasını getirin.”. Sesi titriyordu nedense. Yatağımı boş görüp telaşlanmasınlar diye kalbim ine kalka koridordan odama doğru ilerleyen annemin karşısına çıktım. Kızmasını bekledim ama o, daha çok korkmuş bir hâlde yüzümü okşadıktan sonra elimden tutarak beni odama götürdü, yatağıma yatırıp üstümü örttü. Masamın üstündeki ufak aynayı alıp dışarı çıktı, ardından kapımı iki  kez kilitledi. Gözlerimi açık tutmakta zorlandığım için annemin kapıyı neden kilitlediğini, evdekilerin neden ayakta olduğunu, aynamla ne yapacaklarını sorgulamadan uykuya daldım. Babamın içini çekerek ağladığını anımsıyorum. Rüya mı görmüştüm yoksa gerçek miydi? Ayrımına varamadım.

Erkekler gitmişti ama eve sürekli birileri geliyordu. Gelenlerin içinde tanıdıklarım da vardı tanımadıklarım da. Her gelen yanında bir şeyler getirmişti. Bazısı tencerede sıcak yemekler bazısı da taş çömleklerde yoğurt getirmişti. Neler olduğunu anlamasam da evin içindeki gitgide büyüyen kalabalık hoşuma gidiyordu. Bahçedeki taşlı yoldan eve yürüyenler, yanıma gelip saçlarımı okşadıktan sonra adımı, yaşımı, büyüyünce ne olmak istediğimi soruyorlardı. Ne olmak istediğimi sordukları zaman her defasında farklı cevap veriyordum. Henüz ben de emin değilim ne olmak istediğimden. Cerrah, öğretmen, pilot, hemşire,terzi, bakkal… Hepsini aynı anda olabilir miyim acaba? Gelenler o kadar çoktu ki eve sığamadıklarından dış kapıyı açıp oraya bile sandalye koymuşlardı. Evden bazen ağlama, bazen de gülme sesleri geliyordu. Beni gördükleri zaman, ağlayanlar bile gülümsemeye çalışıyordu. Ben de onlara gülümsedim hep.

Akşamüstünü biraz geçerken birkaç araba bahçe kapısının önünde durdu. Babam, dedemin koltuk altına girmiş, yürümesine yardım ediyordu. Arkalarında küçüğünden büyüğüne birçok insan vardı. Kimisi bizimkilerle tokalaşıp mahalleye doğru yollandı, kimisi de dedem, babam ve ağabeyimin arkasından eve girdi.

Kalabalık birkaç gün daha sürdü. İlk kez gelenler de vardı, her gün gelenler de. Her gelen bizimkilere “Başınız sağ olsun.” diyordu. “Ölenle ölünmez”, “Geride kalanlar sağ olsun.” “Mekanı cennet olsun.”… Cennet neresi, anlayamıyorum. Kadınların toplaştığı odadan ne anlama geldiğini bilmediğim ezgili sesler yükseliyordu. Başlarında renk renk örtüler…

 Kuzenimle kahvaltıdan sonra bahçeye çıkmıştık.

“Yarın babaannemizin mezarına gidecekmişiz.” dedi.

“Mezar? Babaannem sizin evde değil mi? Annem öyle dedi.”

“Babaannem öldü. Söylemediler mi sana””

“Öldü mü? Birisi ölünce ne olur ki?”

Sustu sadece, hiç konuşmadan topraktaki kanatlı bir karıncayla oynamaya başladı. Neden sonra öğlen güneşinin altında yanakları parladı.

İlk defa gittiğim, upuzun ağaçlarına ve mermer çevrelediği toprakların üstündeki renk renk çiçeklerine hayran kaldığım “mezarlık” dediklere yere girerken annem ve ablam başlarına beyaz örtü geçirdi. Ben de istedim ama vermediler, daha küçükmüşüm. Parke taşlı yolda biraz ilerledikten sonra mermerlerin arasından yürümeye başladık. Bazısının önünde birkaç kişi durmuş, elleri havaya doğru açık, mırıldanıyordu. Mırıldanması biten elleriyle bütün yüzünü avuçladı. Bir tümseğin önünde durduk. Tıpkı o insanlar gibi aynı hareketi yaptılar bizimkiler de. Ben de ellerimi onlar gibi yapıp radyodan yeni öğrendiğim türküyü mırıldandım.

Ellerimi yüzüme götürdükten sonra toprağın üstündeki tahta parçasına sarılmış siyah örtüyü fark ettim. Babaannemin örtüsüydü, yarısı tahtaya sarılı yarısı toprağın üstünde. Hiçbir deseni olmayan, yalnızca kenarlarında ince işlemeleriyle gece kadar siyah bir örtü. Eğilip kokladım. Beni öperken teninden yayılan ihtiyarlık kokusu hâlâ üstündeydi.

Babama “Babaannem nereye gitti?” diye sordum. Babam, aceleyle gözlerini silip yamuk bir tebessümle “Uzaklara gitti kızım.” dedi. Ağlıyordu yine.

“Geri gelmeyecek mi?”

“Gelmeyecek.”

Göğsümde bir yumru hissettiğim anda gözlerimden yanaklarıma sıcak birkaç damla yaş indi. Bir vakit öylece baktım babama. Aklıma bir anda çarpan düşünceyle gülümsemeye başladım heyecanla. Göğsümdeki yumrunun biraz hafiflediğini hissettim. Aceleyle gözlerimi silip babamın elini çekiştirerek sordum, “Madem babaannem geri gelmeyecek, biz ona gideriz. Gideriz değil mi baba?” Babam bu sefer gözyaşlarını benden saklayamadı, babaannemin örtüsünü elinde gezdirdi, her ağzını açtığında gözlerinden daha fazla yaş aktı. Hiçbir şey söyleyemedi.

Siyah örtü, her gittiğimizde tahtada bağlı duruyordu.

Bir zaman sonra o da kayboldu, babaannem gibi.

Mustafa Çetin

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir