Yıllar yıllar önce henüz sinema konusunda çok bir birikimim yokken (Gaspar Noe filmlerinde “Tanrı imgesi” diye sinema felsefesi ödevi yaptığım için duayen oldum çünkü, aynen.) Kader filmini izlemiştim
ve ben de her izleyen gibi ”aaa mutlu olabilirlerdi aslında” kafasında “duygusal topluk” yapmıştım. Yıllar geçtikçe benim de Bekir ve Uğur’a bakışım değişti. Kendimi Türk milliyetçisi bir cenaha ait hissetsem de çok farklı görüşten insanlarla beraber eğitim aldım ve onlarla tartışma imkânı buldum. Bu dostlarımla görüşlerimi paylaşınca da ortak bir kanıda olduğumuzu gördüm.

Bekir, babasının otoritesi altında yetişmiş, okumamış, doğal olarak da babasının çizdiği hayata ayak uydurmaya mahkûm bir delikanlı. Pasif agresif, fikirlerini belirtmekte güçlük çeken, sevgisini bile ifade etmekte zorlanan bir karakter. Uğur’la karşılaşıp ona karşı duyguları olduğunu fark ettiğinde dahi Uğur’un bulunduğu toplumsal sınıf dolayısıyla kendisiyle Uğur’u denk göremiyor. Büyük ihtimalle kafasında kurduğu şey şu oluyor: Bu kızı zaten yaşadığı hayat yüzünden ailem kabul etmez, belki bu yaşıma kadar hiçbir kadınla duygusal-cinsel bir yakınlaşma yaşamamış olmamı onunla telafi edebilirim ama evlenemem. Tamamen bu şekilde düşünüyor sonra Uğur’un sevgilisi hapse girince kendisinde, Uğur’un yanına gitme cesareti bulabiliyor. Uğur, her zaman açık sözlü, istemediği şeyleri dillendirebilen, rahatlıkla kendini ifade edip kendini koruyabilen birisi. Bu sebeple de düşük seviyeli ortamlarda dahi minimum bir zararla hayatını sürdüyor. En fazla iki sarhoşla uğraşıyor ama Bekir tam tersine hem bunlarla uğraşıp hem Uğur’a kendini sevdirmeye çalışıyor hem de Uğur’un hapishanedeki sevgilisini kolluyor. İnanılmaz ezik, inanılmaz basit bir hayat yaşıyor. Uğur’un kendisini sevmeyeceği belli olmasına rağmen lüzumsuz bir umut besliyor. Yani ülkemizdeki işlenen kadın cinayetlerinin birçoğunun alt yapısını oluşturan şeyi yapıyor, “takıntılı bir şekilde bir kadını takip ediyor”. Bekir cinayet işleyemez çünkü Bekir, baba otoritesi kadar devlet otoritesinden de inanılmaz korkuyor. Gece vakti çocuğuna ilaç almaya giderken uyuşturucu içip, Uğur’a inanılmaz cinsiyetçi söylemlerde bulunup sonra yine Uğur’un kapısına gidiyor. Size de tanıdık geliyor mu? Her gün Twitter’da tag açtığımız kadınların hayatına ne kadar benziyor değil mi? Israrlı takip, sevgi bekleme, hakaret, kadını kötü görme, nefret etme… Hâlbuki Bekir ne kadar normal bir baba profili çiziyor insanlara. Karısıyla babasının emrini ikiletmeden evleniyor, çocukları oluyor. Evlilik hayatını ortalama bir Türk ailesi olarak sürdürebiliyor ama takıntıları onu bir yerden başka bir yere sürüklüyor. Bekir’i anlayıp hak vermek değil, Bekir’i ve temsil ettiği profili alıp tedavi etmek gerekiyor.

İkinci bahsedeceğim erkek tiplemesi de Atsız’ın Deli Kurt kitabının başkarakteri İsa. İsa’nın yaşadığı hayat, zorluklar, tarihî bir karakteri temsil etmesi sempati uyandırıyor. Ayrıca inanılmaz efendi, Anadolu’nun yıllardır anlatılan o, ana babaya saygılı, herkesin sevdiği delikanlı tipini temsil ediyor. Büyük ihtimalle yakışıklı da. Tabii yakışıklı kavramının o dönemde neye karşılık geldiğini bilemiyorum ama Atsız’ın genel olarak asker tipli kişileri yakışıklı olarak tasvir ettiğine gelirsek o minvalde hayal gücümüze sığınabiliriz. Hatta karşısına çıkan Gökçen’i ne kadar güzel tasvir ederseniz edin, belki Gökçen güzel bir kız değildir bile. Kitabın ve Ruh Adam‘ın içeriğinde “zaten kaderi olan” kadınlarla karşılaşan adamlar var. Bir suç işlenmeli, ihanet edilmeli ve bunun cezası çekilmeli. İsa’nın en büyük yanlışı Gökçen’e âşık olması, karısını aldatması değil bence, “insanların ondan beklediği gibi hareket ediyor olması.” Anadolu’nun bilinmeyen özelliklerinden biri de sadakat konusunu bizim kadar önemsememeleri olabilir. Onlar, aldatıldığı için boşanan insanlara anlam veremezler. İsa karakteri de buna güvenerek hareket ediyor fakat toplumsal kabulün dışına çıkmaktan da inanılmaz korkuyor. Bu “devletçi-askerci” profil haklıyla haksızı ayırt etmeyi güçleştiren, sığ görüşlü erkek tipini doğuruyor. Gücünü ve emeğini pazarlayan erillik, bu işlemden zarar görmüyormuş gibi kendisini satın alana karşı büyük bir bağ kuruyor. Hegel’in Efendi-Köle‘sini biraz değiştirelim mesela. Anadoluvari yapalım.
Bilincin öz bilinç aşamasına geçmesi için kendisini gerçekleştirmesi gerekir değil mi? Yani doğayı kendisinin dönüştürdüğünü, öz bilinçten daha yararlı olduğunu idrak eder ve öz bilinç aşamasına geçtiği kısım idrak aşaması olur. Buna bence en güzel örnekler isyan eden erkeklerdir. Celâlî isyanlarına bakabiliriz. En ufak şekilde parasını alamadığı için isyan edip devlet görevlisini yıkmaya cüret eden erkek tipiyle, kaderine razı gelip kuru soğana muhtaç olan erkek tipi arasında yaşıyoruz. Sahabe Ebu Zer’e atfedilen ”Geceyi aç geçirip de kılıcına davranmayanın aklından şüphe ederim.” sözüyle, ”Cebinde telefon var açım diyorsun.” diye zavallı insanların sokaklarda yırtık kıyafetlerle dilenmeden zor durumda olduğuna inanmayanlar arasında yaşıyoruz.

Üçüncü olarak çok düşündüm Memati mi Deli Yürek mi…. İnsanların mizah amaçlı bile olsa paylaştığı şeylerin -ki ben de gayet paylaşıyorum- aslında nasıl bir tepki oluşturduğuna değinmek istedim. Memati leş bir karakter zaten, ilişkisini değerlendirmek bile bence kadın-erkek ilişkilerine hakaret
niteliğinde. Zorba ve tehditkâr bir şekilde bir kadına yaklaşmayı komik ve ironik bir şekilde sunabileceklerini sanmaları ve bunu kimsenin dillendirmeyeceğini düşünmeleri… Ne diyebilirim ki Türk dizisi senaristlerinin genelinde böyle bir huy var. Deli Yürek’i seçme sebebim ise hem bizim çocukluğumuza denk gelmesi hem de başına gelen birçok şeye rağmen efendiliğini korumaya çalışmasıydı. Aslında bu kabadayı tip akımındaki en düzgün karakter oydu. Zeynebim türküsünü dinlerken ”Mamaş’ın köyüü” diyecek diye heyecanla bekliyordum ben… (Köken belirtmeye bak, düz Sivaslısın aga tamam.) Sevginin ve sevilmenin diğer dizilere nispetle elle tutulur bir şekilde anlatıldığı bir diziydi fakat her şeye rağmen bolca lüzumsuz kabadayılık içeren bir “mafyatik” diziydi. Toplumun en çok etkilendiği karakterlerden biriydi Polat dalgası çıkana kadar. Sonrasında daha farklı oldu elbette. Bu, “siyah uzun montlar” ve “rugan erkek ayakkabıları” modasından bizi kurtaran “basket şortlu site çocuklarına” ve “Z kuşağına” teşekkürü ayrıca borç bilirim. İyi ki varsınız…

Mafyatik tipin bir kadına zarar verme ihtimalini değerlendirsem de bu insanların en büyük meselelerinin diğer erkeklerle olduğunu da söylemekte fayda var. Sokak ortasında birini vurup polis gelene kadar ölmesini bekleyen insanlarla dolu bir memlekette, erkek cinsiyetin iktidarla iktidarsız bir ilişkide olduğunu söylemek yalan olmaz. Çünkü kendilerini koruyacak bir erk olduğunu düşünüyorlar. Bu konuda haklılar, her hâlükârda korunuyorlar. Diğer yandan da iktidarla çatışmaktan inanılmaz korkuyorlar çünkü kendilerini toplumda silahsız, bıçaksız, kaba güç kullanmadan kabul ettirip kendilerine saygı duymalarını sağlayamıyorlar. Yani iktidarsız olduklarını ortaya çıkaracak bir iktidara kesinlikle karşılar.

Kadınları, gencecik üniversite öğrencilerini polislerin yaka paça içeri almasından büyük bir keyif alan bu erkek tipi, kendileri polisle karşı karşıya geldiklerinde araya birilerini sokmadan konuşmak istemiyorlar. Önce bir tanıdıklar araya girsin, iktidar sahibi olduğu gösterilsin sonra işlem yapılsın (yapılırsa(!)). Evde, işte, sokakta her şekilde kendi iğrenç kimliklerini topluma din veya kabadayılık kisvesi altında kabul ettirmeye çalışanlara karşılık; hayatını birilerinin fikirlerine göre değil kendine göre kurmuş, zalimlerden başka kimseyle derdi olmayan, hangi işi yaparsa yapsın kimsenin kendisinden daha aşağıda olduğunu düşünmeyen erkeklere de sadece “Lütfen daha çok insanla muhatap olun da size özensinler.” demekten başka bir şey diyemiyorum…

Mişa Dirahşan

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir