“Nerede olursanız olun, ölüm sizi bulur; hatta isterseniz sağlamlaştırılmış yüksek kalelerde olun…”

Nisa Suresi, 78. Ayet


“Ve Karanlık, Çürüme ve Kızıl Ölüm hepsini sonsuz boyunduruğu altına aldı.”

Kızıl Ölümün Maskesi

Orta Çağ’ın zamanı, mekânı belli olmayan bir yerinde Prospero ve ordusu sefil köyün içinden geçerken köyün, Kızıl Ölüm’ün acımasız kollarında acı çektiğini görürler. Prospero köyü yakmaya karar verir ancak Gino ve Ludrico ona karşı çıkar.

İnsanları demir kalesi altından gözleyen prens, bu iki asiyi öldürecekken Gino’nun güzeller güzeli sevgilisi Francesca’yla karşı karşıya gelir. Francesca, kızıl saçları ve masum yüzüyle kalbini Tanrı’ya adamış bir kızdır. Prens onu, sevgilisini ve babasını alıp kaleye götürür. Gino ve Ludrico kara zindanları boylarken Francesca, prens ile beraberdir.

Sarayın dışındaki yoksulluktan ve Kızıl Ölüm’den azade soylular, her gün şölenler düzenleyip zevkten zevke düşerler. Francesca, yeni girdiği dünyayı keşfetmeye çalışır. Prens ona bu konuda yardımcı olur. Prens şeytana inanmaktadır. Francesca saraya girdiğinde ilk işi, göğsündeki haçı alıp atmaktır. Yaşadığı sefil köyde Tanrı’ya inanmakta olan Francesca, bu şeytani ve zevk dolu kalede ürperir. Prospero, ona şeytan yolunun daha doğru olduğunu anlatmaya başlar. Çağlar boyu şeytanın rolü değişken bir hâldedir, bazen dünyanın en pislik varlığıyken bazen bilgi ve şehvetin temsilcisidir. Şeytanın isimlerinden biri olan “Lucifer”in anlamı, “ışık” demektir. Işığın, bilgeliğin ve ilerlemenin sembolü olduğunu düşünürsek diyebiliriz ki; tarihin bir döneminde insanlar, kendi zihinlerinde şeytanı yüce bir yere koymuşlardır. Belki de ona atfettikleri yücelikten korktukları için onu lanetli görmüşlerdir.

Prospero, Francesca’ya Tanrı’nın artık güçsüz olduğunu anlatır. Eğer bir Tanrı varsa bile yerini kötülüğe, acıya ve açlığa bırakmıştır. Pek de haksız sayılmaz çünkü filmin geçtiği dünyada ardı arkası kesilmeyen yağmacı akınları vardır ve onların işini kolaylaştırmak için dünyaya yayılan hastalıklar…

Sarayda bu ikili dışında biri daha vardır; Juliana. Prense ölümüne bağlı olan Juliana, şeytanla nişanlanmıştır ve kendisini şeytana adar. Burada şunu söylemek isterim: Hangi zevki deneyimlersek deneyimleyelim bunun en üst kademesi kendinden geçmektir ve ibadet etmek, insanın ruhunda en asil soylu zevklerden biridir.

Konuyu dağıttığımın farkındayım ama şeytana dönmek istiyorum. Özellikle Batı düşüncesinde şeytan, Tanrı’nın yasakladığı hatta yer yer yok saydığı zevklerin tek sahibidir.(Nietzche yanlış anımsamıyorsam “İnsanca Pek İnsanca” kitabında buna şiddetle karşı çıkıyor. Dinin, insanı kendi doğasından ayrı düşürdüğü için onu kısırlaştırdığını iddia ediyor. Hatta bu yüzden Nietzche’nin deccalı İsa’dır.) O yüzden bazen yakışıklı otoriter bir erkekken bazen de şehvet dolu bakışlarla insanı yoldan çıkaran bir kadın olarak düşünülmüştür.

Juliana, efendisine kendini adar. Şeytan, Juliana’nın isteğini kabul eder ancak fani hayattaki canını alır. Herkes şaşkın ve korkuyla olanlara bakarken Prospero, aksine gayet sevinçlidir. İnsanlara eğlenceye devam etmelerini söyler. Maskeli balo yapılacaktır. Herkes istediği kostümü giyip gelirken Hop Toad isimli cüce, Prospero’nun sağ kolu Alfredo’yu kandırır. Ona bir “şempanze” kıyafeti giydirir. Cüce ise onun sahibidir. Kalabalığın ortasında cüce ve Alfredo rollerini oynarken Cüce Hop Toad, belki de Alfredo’nun ona tahkir dolu bakışlarının intikamını alırcasına şempanzeyi kırbaçlar ve sonunda yakar.

Prospero ise bu olan biteni sadece gülerek izlemekle yetinir. Zaten amacı da budur: İnsanların zevkten çıldırması, ölene dek zevkle dolması…

Konuyu bir daha dağıtıyorum ama bunu söylemem gerek: Alfredo’nun şempanze gibi giyinmesini önemli buluyorum. Bu kostümü giymesi belki de insanın, özündeki vahşiliğe bir eğlence ortamında geri dönmesi olabilir. Zira her oyun, eğlence, eskilerden kalma ritüellerin devamı ya da gerçek olanın eğlence adı altında bir tekrarıdır. (Buna, yanılmıyorsam “oyun kuramı” diyorlar. Bilgisayar oyunlarından tutun da en basit çocuk oyunu bile eski Pagan dönemlerin dinî ritüellerinden gelmektedir, bu ritüeller bizi gerçek hayata hazırlar.)


Filme geri dönelim. Filmin anlatmadığım bir yerinde Prens, Gino’yu köyüne geri dönmesi için serbest bırakmıştı. Gino köyüne geri dönerken bir ağaç altında kırmızı giyimli bir adamla karşılaşır, onunla konuşur. Kırmızı kıyafetli adam ağacın altında kartlarla oynamaktadır. Bu sırada kalede maskeli balo devam etmektedir. İnsanlar dışarıdaki ölümün onlardan uzak olmasının
verdiği mutlulukla doludurlar. Prens, elini tuttuğu Francesca ile aralarında gezer. Sonunda “kırmızı giyen adam” sarayda, balo salonundadır. Yanından geçtiği herkes kızıla boyanır, elinden kimse kurtulamaz. Prens onun “ölüm” olduğunu anlar ve sarayına teşrif ettiği için çok sevinir. Çünkü düşünür ki ölüm, tıpkı kendisi gibi şeytanın bir kuludur ancak gerçek böyle değildir. “Ölümün sahibi olmaz ve ölüm uğrayacağı kişinin yüzüne bürünür.” der kırmızı giyinen adam. Prens, şeytanın onu yarıda bırakmasının acısını tatmadan ölümü tadar.

Bu dünyada hakkında kesin bilgi sahibi olduğumuz iki gerçek var: Doğum ve ölüm. İnancımız ve coğrafyamız, bu iki gerçeği nasıl anlamlandıracağımız konusunda bizi yönlendirse de ikisi, varlığından şüphe edilmeyen gerçeklerdir. İnsanın kendisinden sonra bir kalıntı bırakma isteğidir doğum. Sancıları acıdır ama insanın başka bir insanı meydana getirmesi, fikir olarak gayet olağanüstüdür. Ölüm ise acıdır. Hatırlanmak istenmez, adı geçince konu değiştirilir, tövbeler çekilir. Gece uyurken, sokakta gezerken rastgele bir zamanda size uğrar. Tıpkı Prens Prospero’ya uğradığı gibi…

Berat Şendil

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir