Asıl meramı anlatmadan önce “modernite” kavramının doğuşuna gitmek lazım. Bilinenin tersine moderniteyi idealist, renkli kıyafetli bilim adamları değil, tüccarlar ve din adamları doğurdu. Etkisini kaybeden toprak aristokrasisi yerini tüccarlara ve laik hukuk adamlarına bıraktı.

Modernitenin doğuşunda din adamlarının etkisi çoğu kişi tarafından göz ardı edilir. Bu konuda konuşan herkesin dilinde; modernitenin dine karşı bir savaşla doğduğu, deyim yerindeyse Katolik Hristiyanlığın karnını yardığı ezberi vardır. Halbuki modernitenin ilk fikir adamları olan Erasmus, Luther gibi insanlar dindar insanlardı. Söz konusu olan bu yorum ideolojik bakışların bir yorumudur. Gerçek olan; sermaye akışının hızlanması ile değişen sosyal ve siyasi ortamın dinî, ideolojik referanslarını sağlamaktı. Ne Luther ne de Erasmus fabrikaları ya da televizyon şovlarını amaçlıyordu. Tek istedikleri, eskimiş kurumları ortadan kaldırmak ya da düzenlemek ve kendi aralarında birlik sağlamaktı.

Modernitenin babalarının Türk nefreti taşıması bu yüzden tesadüf değildir. Çünkü Türk, “kapıdaki düşman, kabus gibi topraklara çöken”dir. Bu konuda Türkler olarak şunu anlamalıyız: Biz, modernitenin coğrafyasının düşmanıyız ve onlara daimi olarak yabancıyız. Bu referansı dikkate alarak geçtiğimiz iki yüzyılı okumak ve bizim açımızdan değerlendirmek gerekir.
Asıl konuya ara vererek Türklerin son iki yüzyılı hakkında kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum: Modernitenin doğal “ötekileri” olan devleti yöneten kadrolar, ilk başta Keçeçizade Fuat Paşa gibi bürokratlar sonra Harbiye’den ve Tıbbiye’den çıkmış gençlerdir. Bu kimseler sayesinde Türkler, modern dünyada yerini alıp bölgesindeki ülkelere kıyasla başarılı bir cumhuriyet kurmuşlardır.

Ancak Türk’ün modern zamanlarında doğan bir çelişkisi vardı: Modern değerler ile yerel değerlerin çatışması. Asırlar boyunca izole yaşayan Anadolu halkı, modernist değerlere bağlı, ulusçu cumhuriyet kadrolarının getirdiği yeni kurallara önce uymuş ancak ne var ki içinde bir garez beslemiştir. İşte Türk muhafazakârlığının kökeni moderniteye ve kurucu iradeye olan nefretine dayanır. Gerçek Türk, cumhuriyetin hayal ettiği Türk kalıbına girmemiştir. Bugün, iktidarın söylemlerinin altında da bu gerçek vardır.


Asıl konuya devam edelim: Modernite, Avrupa fikrine ve coğrafyasına dayanmıştı. İdeolojik olarak kendini dünyanın efendisi gören Avrupalılar “öteki” addetikleri toplumların ülkelerini ve maddi kaynaklarını ele geçirip manevi olarak onlara modernite değerlerini verdiler. Modernite, ilk krizini İkinci Dünya Savaşı sonrası geçirene dek, klasik din yorumlarında olduğu gibi merkeze insanı koymuş, amacını ise Tanrı yerine saf akıl olarak belirlemişti. Tek gerçek, akıl ve modern değerlerdi. Ancak İkinci Cihan Savaşı modernitenin hiç de “masum” olmadığını gözler önüne serdi. Savaş sonrası dönem modernite gerçeğinin kırılmasına neden oldu. Yaşlı Avrupa kendi içinde “öteki” insanlara hem yaşama hem temsil hakkı verdi. Azınlık ve etnik kavramları önem kazandı. Eski İngiliz kolonilerinden meydana gelen ABD, artık Batı’nın patronu olmuştu. Bu, modernitenin kırılıp postmodernin doğuşu demektir.


Bu kadar sıkıcı tarih bilgisi yeter! Bugüne dönelim. Bugün artık gerçek tamamen değersizdir. İşin doğrusu gerçek parçalanmakla kalmamış, değerini de kaybetmiştir. Gerçekliğin kaybolması ile modernitenin başında tesis edilen ülke ve ulus kavramları da değişti. Küreselleşme ulusal sınırları kaldırırken bir yandan da etnik kimlikleri kişinin kendisine indirgedi. Kurduğum cümlenin ne kadar uzun ve tafsilatlı bir konu olduğu biliyorum. O yüzden kısaca açıklamaya çalışacağım: Eskiden uluslar ait oldukları ülke sınırlarında belirli hukuk ölçütlerine bağlıydı ancak gittikçe sınırlar etkisini yitirdi. Bir Afyon/Emirdağ ya da Yozgat/Sorgun doğumlu Avusturya vatandaşı, Şırnak ya da Erbil doğumlu bir PKK sempatizanı ile Viyana’nın göbeğinde kanlı bıçaklı kavga edebiliyor ya da Fransa’da Mağripliler ile Çeçenler savaşabiliyorlar. Bütün bunlardan çıkarmamız gereken, dünyanın yeni bir Kavimler Göçü çağı ya da başka bir adlandırma ile yeni Orta Çağ yaşadığıdır.


Güncel siyaset olarak ise ABD de yorulmuş ve kendi tarihsel iç hesaplaşmasına girmiştir. Bunun yanı sıra eski çağların tanım ve unvanları tekrardan sahiplenildi. Türkiye’nin Osmanlı mirasını sahiplenmesi, Rusya’nın Bizans mirasçısı olduğunu ima etmesi, devrim öncesi İran’ın Persepolis’in kuruluşunu anması, son olarak Çin’in İpek yolunu canlandırma çabası aslında “modernitenin lineer tarih akışı fikrinin çözüldüğünün” bir göstergesidir.


Yazının sonuna gelmeden önce doğa kavramının yeni anlamlandırılmasını konuşmamız lazım: Bugüne dek tüm dinler ve anarşizm harici ideolojiler doğayı insanın elinde bir enstrüman olarak görüyordu ancak gittikçe doğanın kendi bilinci olduğunu kavramaya başlıyoruz. Merkeze insanın alınmasının ne kadar yanıltıcı olduğu artık aşikârdır ve fark edilmelidir ki insan, doğanın içinde diğer canlılarla aynı süreci yaşayan bir canlıdır.

Berat Şendil

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir