Gri bir pikap seher vaktinden beri ağır aksak ilerliyordu otoyolda. Taşıtın kasasının silme dolu olduğu yetmezmiş gibi iki aile çoluk çombalak tıkışmıştı içerisine. Mesut üst üste sigara yakıyor, direksiyonda uyuklamasından korktukları için içeriyi duman altı etmesine kimse ses çıkarmıyordu. Camı açmaya yeltendiğinde “Aman abi, çocuklar üşemesin.” diye serzenişte bulunmasalardı eğer, arabanın içi bu hâlde olmayacaktı.
Tüm ısrarına rağmen Mesut direksiyonu bırakmayınca şoförü uyanık tutma vazifesi Emrullah’a kalmıştı. Emrullah allem etti kallem etti, asabi, muhabbetten hazzetmez ağabeyini konuşturmanın bir yolunu buldu.
İsmihan arabaya bineli gözünü dahi kırpmamış, pürdikkat kocasını izliyordu dikiz aynasından. Tedirgindi çünkü Mesut uyuklayıp arabayı refüjde sektireli iki ay olmamıştı daha. Esra ise güneş gözlüğünü takmış, kafasını cama yaslamış, hava alacalandığından beri öylece uyukluyordu. Kulak arkası sızlayarak uyandığında saçlarını kokladı ve eltisine doğru kısık sesle söylenmeye başladı:
-İsmihan, kocana söylesene içmesin şu mereti. Bak saçım başım sigara koktu canım.
-Vardığımızda yıkanırsın. Sakın söyleneyim deyip de tepesini attırma.
‘‘Niye çekiniyorsunuz canım bu kadar?” diye eltisine çıkıştıktan sonra kocasının kulağına da aynı şeyleri fısıldadı. Emrullah çiçeği burnunda karısının her dediğini emir telakki ederdi ama ondan da çok ağabeyinden çekinirdi. Neyse ki ağabeyi ikirciklenmesini anlamıştı da, sigarayı salladı dışarıya. Ardından karısına “Uşakların üstünü ört.’’ dedi ve camı dibine kadar indirdi.
İsmihan üzerlerini örtmeye kalmadan, çocuklar titreyerek uyandılar. Büyük çocuk kısık gözle yolu izliyor, kız kardeşi ise annesine sarılmış, bir kez daha uykuya dalmaya çalışıyordu.
Emrullah boş bulunup teybi açınca, yola çıktıklarından beri gözü yumulu annesi, ürpererek sıçradı ve ‘‘A uşak! A ahmak uşak!’’ diye söylenmeye başladı. Emrullah helallik üstüne helallik istiyor, bir yandan da arka koltuğa uzanarak kadının elini öpmeye çalışıyordu.
Çocuklar babaannelerinin dediklerine katılarak gülmeye başlayınca Esra’nın sabrı adam akıllı taştı. ‘‘Yeter Emrullah! Dön sen önüne! Nasılsa yine uyur anneciğin!’’ dedi.
Ana omuz silkti, ardından:
-Şonun sesini aç Emrullah, yeter ki şo fışkınınki duyulmasın!
-Tamam ana. Hemen açıyorum. Anam benim…
Esra, kayınvalidesinin dediklerine acayip içerlemişti. ‘‘O teybi sakın açayım deme Emrullah!’’ diye ikaz etti.
‘‘Olur bita…’’ deyip sustu Emrullah. Bu kadar insanın içerisinde ‘‘bitanem’’ diye seslenmek yakışık almazdı.
Mesut ‘‘Aç teybi Emo.’’ deyince kimse üstüne laf söyleyemedi ve inatlaşma kesildi. Henüz Çanakkale’den çıkmış sayılmazlardı ve yerel bir frekansta haber bülteni sunuluyordu.
‘‘Çan’da işletilen eski maden sahası rehabilite edilerek alana 23 bin 320 fidan dikildi. Bakanlığın hazırladığı eylem planı ile bozulan maden sahaları, rehabilitasyonu yapılarak tabiata tekrar kazandırılıyor. Madencilik faaliyetinin sona erdiği sahaların rehabilitasyonu konusunda lüzumlu…’’
Mesut teybi kapadı. Emrullah “Ne güzel dinliyorduk ağabey…” diyecek oldu ama arka koltukta annesi içli içli ağlamaya başlayınca vazgeçti diyeceğinden.
‘‘A uşaklar! Deyiverin bana, nereye gideyoz?’’ diye sızlanıyordu ana, ‘‘Yine bir ocak buldunuz, oraya gideyoz dimi?’’
Birden içeri öldüresiye boğucu, öldüresiye kasvetli bir hava çöktü. Kimse yanıt vermeyince ‘‘Mesut!’’ diye seslendi bu kez de, ‘‘Bana deyiver oğlum…’’
Mesut’un gözü yoldan milim şaşmıyordu. Ancak önünü görmediğinin, boşluğa bakarcasına olduğunun bir tek karısı farkındaydı.
‘‘Emrullah, bari sen deyiver oğlum. Nereye gideyoz?’’
‘‘Manisa’ya gidiyoruz ana.’’
‘‘Çanakkale’nin suyu mu çıktı da a oğul?’’
‘‘Manisa’da iş bulduk ana. Çalışmaya gidiyoruz.’’
‘‘Ne gözel işiniz vardu ya eski yerde…’’
‘‘Ağabeyim tek başına yetişemiyordu ana o işe.’’
‘‘E sen ne göne durayon a oğul?’’
‘‘Benim kafam hesaba basmıyormuş ana. N’apsın? Mesut ağabeyim de yetemiyormuş tek başına. O yüzden bu iş sana göre değil, iyisi mi gidelim Manisa’ya, hem emmi oğlu da orada kazmacı, yanında bir iş ayarlar bize, dedi.’’
Birden masmavi gözleri kıpkırmızı kesti kadının. ‘‘Oy!’’ dedi, ‘‘Göçükten çıkalı kaç ay oldu a oğul? Hani söz verdiydiniz, bir daha ocağa inmeyecez diye? Na bu uşak daha mememdeydi. Sen hatırlamıyon mu bubanı a Mesut? Bir çuvala koyduydular da öyle verdiydiler, al kocanın cenazesini, diye. Sizi de çuvalda verseler n’aparım ben a oğul?’’
Armutçuk’ta grizu patlayınca ana dul, Mesut yetim kalmıştı. O zaman okul çağındaydı ama hâlâ dün gibi hatırlıyordu babasını gömdükleri günü. Bir torbanın içerisinde, babasının olup olmadığı bile şüpheli insan parçalarını gömmüş, baş ucuna bir tahta çakmışlardı. O günü anımsayınca gözü doldu. Burnunu oduncu gömleğinin koluna sildi. ‘‘Haklısın ana,’’ dedi, ‘‘Söz verdik vermesine ama n’apalım?’’
‘‘İlle ocakta çalışacaktınız da, ne diye yerimizden ettin bizi a uşak? Zonguldak’ta ocak mı yoktu?’’
‘‘Bilmezmiş gibi konuşma ana. Zonguldak’taki ocak hangimize yetiyordu? Kaç yıl bekledik de alım olmadı. Açlıktan ölse miydik?’’
Emrullah atıldı, ‘‘İnsanın memleketi gibisi var mı ana? Keşke iş olsaydı da orada kalsaydık. Esra da çok severdi oraları, demi ağabey?’’
Mesut, denilenin üzerinde durmadı. ‘‘O gün göçükten sağ salim çıktık ya ana,’’ dedi, ‘‘Allah biliyor tövbe etmiştim madene. Ama gördün işte. Pazarcılık yaptık da n’oldu? Tazminat alınca elimiz üç kuruş para görmüştü, onu da batırdık. Allah bizi böyle yaratmış işte. Babam rahmetli de demez miydi, okusan n’olacak, yine madende ya sütuncu olacan ya kazmacı, diye? Denedik işte ana, elimizden başka iş gelmiyor.’’
Ana iki omzunun içine sinmiş, içli içli ağlarken diğerleri alacası bol göğe doğru ilerleyen ön camı izliyordu. Emrullah teybi açmış, şarkıya eşlik ediyordu, ‘‘Genç ömrümü çürüttüm/Göğsüme vura vura.’’
Alper Şahin
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!