Bazı insanlara doğuştan yazabilme yetisi verilmiş sanki. Onlar hiç kitap okumamış olsa bile, konuşuyormuşçasına akıcı bir biçimde yazabiliyorlar. Yazdıklarıyla bize tesir ediyorlar ve bizi büyülüyorlar. Tek kusurlarıysa az yazmaları sayılabilir. Ben ise yazabilmek için tıpkı Montaigne gibi eve kapanıyorum. Bir sürü kitap karıştırıyorum ve onları sindirmeye çalışıyorum. Bunlarla da kalmayıp boş bir kâğıda saatlerce ve hatta günlerce baktığım oluyor. Bazen de fikirler, odamın kapısını sessizce açıp bana uğramadan gitmesinler diye tilki uykusuna yatıyorum. Kısacası benim için yazmaya çalışmak, kaygılar ve belirsizlikler denizinde ayan beyan yüzmenin somut hali oluyor. Fakat tüm bunlara rağmen yazmak ve yaşamak beni huzurlu kılıyor diyebilirim, üstelik yazmanın da yaşamanın da çetin bir savaş gerektirdiği bu çağda.

“Ben gönlümce yazabilmek için evime çekiliyorum.” demiş Montaigne Denemeler’inde. Çoğu insanın malum sebepten ötürü evine çekildiği bugünlerde yazmak yine herkesin aklının bir kenarında duruyor ama öyle kolay değil. Sanki herkes yepyeni şeyler üretmekle meşgul ve zorundaymış gibi hissediyorum. Tedirgin edici ve geleceği belli olmayan bir dünyada yaşamak bunu anlayabilmeyi mümkün kılıyor. Ayrıca insan oturduğu yerden yapınca bu üretme ve bilhassa yazma işini, doğrusu çok da lezzetli buluyordur diye düşünüyorum. Kimi ekmek yapıyor, kimi yazıyor. Ben ikisini de seviyorum. Çünkü düşünme fırsatını ve kendimi bu iki eylemi yaparken yakalıyorum. Yazarken aslında sandalyede sadece bedenim kalıyor, ruhum ise o esnada çoğu zaman boş dönse de hayal gücümün tüm imkanlarını kullanarak birçok yerde dolaşıyor.

Edebiyatın asil savunucularının yazmak zorunda değilsin diye çıkıştığını görüyorum bazen. Bana kalırsa her insan bir şeyler yazmalı. Bunun en samimi biçimi günlük yazmaktır. Edebiyat alemine bir şey sunma iddiasından uzak, düşünerek ve biraz da felsefeyle yoğurulmuş bir biçimde hayatımızdaki olayları kayda geçirmenin ne zararı olabilir? Aksine ileride günlüğe yazdığımız şeyleri okumak, nereden nereye geldiğimizi yahut nelerin üstesinden geldiğimizi ya da gelemediğimizi görmek ve ihtimal ki elli yıl sonra bizi kimsenin hatırlamayacağı bu dünyadan somut bir şeyle ayrılıyor olmanın heyecanını tatmak… Bunlar bile birer kazançtır.

Dünyanın yavaş yavaş ve korkutucu bir değişime uğradığını gördüğüm bu güvensiz zamanlarda, istediğim gibi yazamamak benim için azap verici hâle geliyor. Yine de her akıllı insanın yaptığı gibi her türlü azaptan Allah’a sığınıyorum. Dünyanın beni bu türlü salgın hastalıklarla, krizlerle değiştirmeye çalışması, dünyayı bir anda katletme isteğiyle dolduruyor içimi. Tıpkı başkalarının bizi değiştirmesine müsaade etmektense her şeyi yok etmeyi yeğlememiz gibi. Genellemeyi bir kenara bırakıp yine kendimden yola çıkarsam eğer, belki de okuyucu beni görmezden gelerek yazmamı istemiyor ve beni böylece yok etmek istiyor olabilir mi, diye düşünüyorum. Aslında birçoğumuz gibi düşünüyorum. İnsanoğlu hüsrana uğramayı, yazma meselesinde olsa bile kendine yakıştıramıyor, göz ardı ediyor ise göz göre göre eriyen şu dünyanın bize sadece “evde kal” demesine ve daha büyük türlü dertlerine başka ne yapabilir ki?

Yusuf Karakurt

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir