Uygarlık, üç temel dinamik üzerine yükselir: İş bölümü, uzmanlaşma ve temsil. Nitekim, medeniyetin bu üç itici unsuru kendinden sebepli ve organik bir ilişki halindedir. İş bölümü uzmanlaşmayı, uzmanlaşma ise sonuç olarak temsil ve temsil etme edimlerini getirir. Örneğin, barbarlık sonrası, uygarlık öncesi animizmi benimseyen dinlerde ve totem tabu ilişkisinde tabiat güçlerinin totem hayvanında veya şaman maskesinde temsil edilmesi bir anlamda aklın araç olarak kullanımı ve dolayısıyla uygarlık tipi algılama ve yorumlama biçimine örnektir. Özellikle animizmi benimseyen dinlerin kabile törenlerinde kötü ve iyinin, doğa ve insanın maskeler ve şamanlar üzerinden temsil edilmesi Derrida düşüncesinde “binary oppositions” yani ikili karşıtlıklar sistemi, modernitenin ilk ve tarih öncesi köklerini ortaya koyar. Modernitenin araçsallaștırdığı ikilikler ve karşıtlıklar düzeni, şeylerin doğasını negatif pozitivizm üzerinden tarif eder. Yani öz, olmadığı şey üzerinden değerlenir ve bu ikili düşünce sisteminin tarih öncesi örnekleri totem ve tabu ilişkisinde, animizm ve șaman anlatımında görülür. Daha sonraları Nietzsche, Antik Yunan Uygarlığını benzer bir çatışma sistemi üzerine kuracaktır; Apollon ve Dionysus arasındaki aklın egemenliği ve doğanın esrikliği arasındaki, varoluştan temsile varan antik sentez düzeni.

     Apollon bildiğiniz üzere aklın, ilerlemenin ve ışığın tanrısıdır. Aynı zamanda aydınlanmanın temsili olarak da bilinen Apollon bilge bir kahindir; zira bilgi, öğrenme ve kavrayış yetileri onun temsilinde vücut bulur. Kâhin, geleceği bilge kavrayışı sayesinde tahmin edebilen kişidir. Bu sebeple şair tanımı antik yunanda “prophet-like knowledge” ile birlikte kullanılır. Apollon, platoncu anlamda fikirlerin, ideaların ve ölçünün tanrısıdır. Bu yüzden Aristoteles ve Platon’un tasvirlerinde, Platon, yüksek ideaları işaret etmek için elini yukarı kaldırırken Aristoteles, dünyayı ‘’mimesis’’ yani taklit ile anlamlandırmamız gerektiğini işaret etmek için elini aşağıda tutar. Benzer şekilde, tasvirlerinde Apollon genellikle karşıya bakar. Böylelikle simetri, ölçü ve eşdeğerlik temsil edilmiş olur. Aksine Dionysus temsillerinde yukarıya, göksel, ilahi ve yüce güçlere doğru kadehini kaldırır. Çünkü kendisi şarap tanrısıdır. Dionysus varoluşun yıkıcı ve aynı zamanda yaratıcı gücünü temsil eder. Sanatın, doğanın, şarabın tanrısı olan Dionysus aynı zamanda esrik bolluğun, yıkıcı parçalanmanın ve diyonizyak transın da temsilidir. Yani uygarlık iki karşıt gücün temsiller üzerinden ifade edilmesiyle önce mistifiye sonra demistifiye edilmesi üzerine kuruludur. Dionysus, sanatın ölçüsüz ve ciddiyetsiz yergisini canlandırır. Zira Platon’un eleştirdiği Bacchae festivalleri, şarap ve eğlence partileri Dionysus adına düzenlenmektedir ve bu festivallerde diyonizyak sanatın; yani, drama ve yerginin ilkel örnekleri görülür. Platon için sanatın tehlikeli ve değersiz bir uğraş olması festivallerin ciddiyetsiz eğlence anlayışından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden sanat, günümüzün aksine yüksek kültürel entelektüel bir uğraşı değil, toplumsal arınma gecesi işlevi görmektedir. Bu festivallerde halk yer, içer, güler, eğlenir ardından diyonizyak aşırılığa uygun olarak toplu orjiler, şiddet ve kendinden geçme seansları başlar. Bu sayede apolloncu düzenin devamlılığı diyonizyak eğlencenin toplumu yeniden örgütlemesi sayesinde gerçekleşir. Bu bağlamda uygarlık ve ethos iki ana güç üzerinden ilerler; Apollon ve Dionysus. Sanat ve bilgelik, tabiat ve kültür, yıkım ve yaratı… Yalnız sanat ve diyonizyak büyünün esrik gücü yaratı için yeterli olmadığı gibi bilgelik ve simetri, ölçü ve rasyonalite de yeni bir değer sistemi yaratmak için yeterli değildir. Zira eylemin temelinde yatan “mimesis”; taklit, hem diyonizyak “sublime” dediğimiz yüceyi hem de Apollonian bilgeliği, yani toplumsal erki anlam ve kültür yoluyla yansıtır. Diyonizyak tabiat güçleri ve Apollonian simetri sanatta bir araya gelir. Bu yüzden putların alacakaranlığı, sanat ve güç ile aşılabilir. Tabiatın yıkıcı, uygarlığın yaratıcı ethosu bir araya gelmelidir. Bu antik ve sanatsal görünün ışığında sahip olduğumuz cumhuriyet ve Türklük ethosunun, uygarlığın iki gücünü, yaratı ve yıkımın birlikteliğini taşıyor olması hepimiz için gurur kaynağı olmakla birlikte, kurucu mit görevini görmektedir. Mustafa Kemal Atatürk’ün Türklük ve “yaratılış” ile ilgili söylediği sözler dikkat çekicidir: “Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümid etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik, en aşağı, bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgarları ile sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurları ile yıkandı. O çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı onları tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu; Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.”

 Türk, doğanın yani diyonizyak güçlerin mirasçısıdır. Yıkıcı, esrik ve göçebedir ama aynı zamanda Apollonian bilgeliğin, kültürel egemenliğin de efendisidir. Türk’ün kasırga gibi savuran diyonizyak gücü tabiattan, aydınlatıcı ışığı ise Apollon’dan gelir. Birey ve toplum ilişkisinde ise Apollon ve Dionysus sentezi Türk toplum yapısı ve toplumsal ideal olan “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış kitle tezinin” mitik kökeni olarak görülebilir. Apollon biçimin, ölçünün, benliğin ve forumun tanrısıdır.  Türklük ethosunun apolloncu özü bireyin kurtuluş mücadelesini verir ve sürü ahlakının en düşük formu olan tebaa-soysuzlaşma kültürüne, Osmanlı dekadanına karşı bireyi alacakaranlıktan kurtarır. Dionysus ise esirmenin, çokluğun, kendinden geçme ve bütünleşmenin tanrısıdır. Bu aşamada ise yeni ve cesur birey, Türklük ortak paydasında kendinden geçer, sınır aşımına uğrar ve yüce Türklük varlığında buluşur.

Helin Yazan

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir