İnsanlık tarihi kadar eski olan savaş ve barış tarihi, yeni bir savaşın mı yoksa yeni bir barışın mı tarihini yazacak? Dünyada savaşın ve barışın kaderini belirleyen coğrafyalar her çağda farklılık göstermektedir. Orta Doğu’yu bu yönden ele alacak olursak, bu coğrafya doğu ile batının mücadelesine birçok kez ev sahipliği yapmıştır. İmparatorluklar ve ulus devletler kozlarını bu coğrafyada defalarca paylaşmışlardır. Türk unsurlarının 18 Ekim 1912 tarihinde Libya’dan, daha sonra 1 Ekim 1918 tarihinde de Şam’dan ayrılmasıyla birlikte sömürgeci güçlerin mandater yönetimleri etkinliğini bu coğrafyada günden güne artırmıştır. Mandacı yönetimler Orta Doğu’dan ayrıldıklarında arkalarında bıraktıkları sistem bölgede birleşmeyi değil, çatışmayı doğurmuştur. Emperyalist güçler böylece demokrasi ve insan haklarını bahane ederek bölgeye sık sık müdahalede bulunmak için müthiş bir zemin kazanmışlardır. Küresel çetelerin güç gösterisi yaptığı genel olarak üç coğrafya söz konusudur. Bunlar;:

  • Balkanlar
  • Kafkasya
  • Orta Doğu’ dur.

Bu bölgelerin ortak özellikleri ise etnik-dini-kültürel yapılarının mozaik olmasıdır. Belirlenmiş kaderi yaşamaya mahkûm edilmiş bu bölge halkları üzerinden siyaset ve kanlı harita hesapları, özellikle Türklerin bölgeden çekilmesiyle paralellik göstermektedir.

Alman Tarih Bilimci Ranke, “Aslında ne oldu?” ile “Aslında ne oluyor?” soruları arasındaki devamlılığı kabul etmektedir. Orta Doğu coğrafyası “Aslında ne oldu?”ları anlamadan “Ne oluyor?”ları cevaplamak zorunda kalmıştır. Soğuk savaşın sona ermesiyle dünyada özellikle bölgesel ittifaklar ağırlık kazanmıştır. Bu durumda bölgede oyuncular, aktörler sık sık değişmekte veya yeni dengeler üzerine oturmaktadır. Küresel ilişkilerde 5 ana aktörden bahsetmek mümkündür. Bunlar;

  • Devletler
  • NGO (Kızılhaç, Greenpeace)
  • TNC (Çok uluslu Şirketler)
  • Diğerleri (Terör örgütleri, Papalık, AB)
  • Birey’dir.

Özellikle batılı emperyalistler kendi kamuoyunun tepkilerinden ötürü devlet olarak aktör olmaktansa “NGO – TNC – Diğer” üzerinden jeostratejik siyaset peşinde koşmaktadırlar. Oluşmakla oluşun, devamlı yaşayan tarih ile tamamen ölü tabiatın, organik olanla mekanik olanın, kader sebepli kanunun temeli olduğuna göre, yönde yayılmanın kaynağıdır. Emperyalizmin genel olarak kullandığı argüman budur. Batı’nın ahlakında her şey yöndür, iktidar isteğidir. Uzak olana tesir etmek isteğidir. Burada Luther ile Nietzsche ile, papalar Darwincilerle, sosyalistler Cizvitlerle hemfikirdirler. Başka türlü düşünen veya öğreten günahkârdır, sadakatsizdir, teröristtir ve ona karşı amansızca mücadele edilmelidir.[1] Bu düşünce 1996 tarihinde “Medeniyetler Çatışması Mı?” teziyle vücut bulacak olan ABD’nin dış politikasının merkezine oturacaktır. ABD ve Irak yoktur. Batı ve ötekiler vardır. Bu ötekiyi komünizmden sonra büyük oranda İslam oluşturmaktadır. Medeniyetler Çatışması tezini somut hale getiren olayın fitili ise 11 Eylül’de ateşlenmiştir. Daha sonra Amerikan ordusu Irak ve Afganistan’a yaptığı müdahaleler ile kendisine karşı saldırıyı Hungtintoncu[2] yaklaşımla “sonsuz özgürlük” mottosunu da içine alarak politika haline getirmiştir. 11 Eylül saldırısı gerçekleştiğinde “Yaşasın, Müslümanlar Amerika’yı vurdu” diye sevinen Çinliler daha sonra Doğu Türkistan’da 11 Eylül’ü bahane ederek “El-Kaide” operasyonları gerçekleştirecektir. Rusya ise benzer baskıyı Kafkas Müslüman topluluklarına uygulayacaktır. İşte tam bu noktada yukarıdaki tanımı bir kez daha hatırlıyoruz. Yönelme ve iktidar isteği zıt kutupları bile aynı emperyal mottoyu kullanmaya itebiliyor. Nitekim 11 Eylül sonrası yaşanan tam da budur. Ortak mazlum durumundaki İslamcılar içerisindeki fıkhî yorumlamalar ve bakış açıları erozyona uğrayarak değişiyor, Müslümanlar ya radikalleşiyor ya da bazı cemaat/tarikatlar kullanılarak ılımlılık adı altında peygambersiz bir İslam’a dönüştürülmeye çalışılıyor. DEAS terör örgütü ve Fetullahçı yapı bunların en tipik örnekleridir. Orta Doğu’yu konuşurken bu erozyonu önleyici ideolojilere (Türk Milliyetçiliği- Maturidilik vs.) zarar veren şu üç söyleme dikkat etmek gerekmektedir. Bunlar;

  • Peygambersiz İslam (Dini)
  • Türkiyesiz Turan (Siyasi)
  • Alisiz Alevilik (Mezhepsel) söylemleridir.

Dini-Siyasi-Mezhepsel üç başat problem ancak sağlam, kararlı, kendi kavramlarını çağa uydurabilmiş bir milliyetçilik felsefesiyle bertaraf edilebilir. Bu üç kavram girdiği toplumların “passionar itkisi[3]” üzerinde çok önemli roller oynamaktadır. Askerî operasyonlar yerine zihinsel suikastları planlanmaktadır.

Orta Doğu siyasetini ele almak istiyorsak jeostratejik/teostratejik etkileri asla göz ardı edemeyiz. ABD’nin 15 Temmuz sonrası Türkiye ile olan siyasi ilişkilerinde gerilmeler artmış hatta uluslararası politikalarda aktör grupları arasında en sonda yer alan “birey” kavramını ön plana çıkartıp Rahip Brunson’ın tutuklanmasından ötürü Türkiye’ye parmak sallamıştır. Türk hükümeti ise FETO ve PKK/PYD konusunda ABD’den gerekli desteği görememiştir. Bunların üzerine artarak devam etmekte olan mülteci probleminin hükümeti zorunlu ittifak arayışına yitmiştir. Demografik-ekonomik-kültürel olarak modern kavimler göçü diye bileceğimiz bu süreçte Türkiye yaklaşık 60 milyar dolar harcamış, bu mali yük ülkenin erken seçime gitmesinde de önemli bir faktör olarak gözükmektedir. Muhalefet partileri (HDP hariç) bu durumu seçim propagandasında sıkça yer vermişler akabinde gerçekleşen yerel seçimlerde de bu söylem özellikle büyükşehir belediyelerinin kampanyalarının bam teli olmuştur. HDP hariç dedik, neden mi? Suriye’nin kuzeyinde gerçekleşen bu demografik hareketlilik en çok PKK’ya yaramıştır. Onun için bu konuda radikal muhalefet HDP cephesinde en azından tavanda görülmemektedir. Bu ip yumağını kılıç darbesiyle çözmek isteyen yürütme Suriye’nin kuzeyine harekâtı kaçınılmaz görmüş ve operasyon emri verilmiştir. Öncesinde ise tıpkı ABD gibi Rusya’nın da PKK/PYD’yi muhatap alması, hatta Moskova’daki toplantıya sözde bazı PYD yöneticilerinin de katılması sonucu Mevlüt Çavuşoğlu’nun bu duruma tepkisi gecikmemiş fakat Moskova’nın bu ikircikli tavrı soru işaretleri doğurmuştur. Rusya tarafının Suriye anayasasında Kürt gruplara hak tanınması isteği ve sözde PKK lehine özerklik cümleleri kurması, Esad rejiminin 2021 Suriye genel seçimlerine bütün tarafları davet etmesi sonucu, Lübnan Hizbullahı[4] gibi PKK’da Suriye parlamentosunda yer alma tehlikesi PKK’ya Ortadoğu’da dokunulmazlık kazandırma ve uluslararasılaştırma çabasıdır. Türkiye ile Rusya tarafı sadece Suriye meselesinde değil aslında birçok konu da tam anlamıyla uyum içerisinde değildir. Libya meselesindeki görüş ayrılıkları daha somut bir özellik göstermektedir. Hafter(Wagner Şirketi aracılığı ile Rusya tarafından desteklenmektedir.) ve UMH Rusya ve Türkiye’nin araya girmesiyle bir ateşkes sağlandı lakin bu durumun ne kadar süreceği netlik kazanmamıştır. (Hafter Ateşkesi kabul etmemiştir.)

  Ortadoğu da ABD ve Rusya Pisagor evliliği[5] yapmış olabilir mi? Suriye de PKK/PYD, Libya da Hafter’in her iki devlet tarafından desteklenmesi, Rusya’nın Kırım’ı ilhakı uluslararası kamuoyunda fazla yer almaması bu evliliğin nikâh şahitleri gibidir.

  Suriye sözcüğü Heredot’a göre, Asuriye2nin kısaltılmış biçimidir. Suriye adı ilk kez Yunanca da görülür. “Anatolia” adı, İtalyanca “Levant”, Latince “Arient” sözcükleriyle aynı anlamdaki (güneşin doğması) yunanca bir sözcükten gelmektedir. Konu Suriye olunca akla ilk gelen kavramlardan birisi de Akdeniz’dir. 1974 tarihin de Kıbrıs Barış Harekâtı sonucu Türkiye Akdeniz de önemli bir pozisyon elde etmiştir. 2008 yılın da “Annan Planı” kapsamında elimizden kaymak üzere olan yavru vatan şimdi ise doğalgaz arama faaliyetleri sonucu Türkiye ve Ortadoğu gündemine gelmiştir. PKK Terör örgütünün Karadeniz’deki faaliyetleri arkasından Fırat’ın batısındaki eylemlerini üst üste koyduğumuzda oyunun çok boyutlu oluşu gözler önüne serilmektedir. Türkiye’nin sözde çözüm sürecini bitirmesi ve Fırat’ın batısına yönelik operasyonlar örgütü yavaşlatmıştır. Fakat BOP kapsamında hayal edilen sözde PKK Devleti hâlâ tehlike olarak karşımızda durmaktadır. Olaylara sadece Türkiye merkezli bakmıyoruz. Yakın zamanda Irak’ta olan olaylar bu nazik durumu işaret etmektedir. Irak’taki ABD üstü basılana kadar gösteriler anti-amerikancı değil, İran karşıtlığı üzerine kuruluydu. ABD büyükelçiliğine yapılan saldırı sonucu arkasındaki fail olarak İran’ı gösteren ABD, misilleme olarak Kasım Süleymani’yi öldürmüş daha sonra ise İran, öncesinde Irak devletine yani ABD’ye haber vererek Irak’taki ABD üslerini hedef alacağını söylemiş ve füzelerle bu saldırıyı gerçekleştirmiştir. Öyle gösteriyor ki bu olayların kazananı Trump ve İran, kaybedeni ise Kasım Süleymani ve Irak olmuştur. Trump kazandı çünkü; yaklaşan ABD seçimleri kapsamında Trump’ın cumhuriyetçi partinin desteğine ihtiyacı var. İran kazandı çünkü; İran’da rejim karşıtı protestolar vardı. Bu sayede İran kamuoyun’da ortak düşmen algısı yaratıldı. Kaybedeni Süleymani çünkü; Süleymani eğer yaşasaydı İran’ın gelecek seçimler de muhtemel cumhurbaşkanı adayı olacaktı. Irak kaybetti çünkü; bu olay sonrası ayrılıkçı Kürt gruplara tekrar uluslararası desteği de arkalarına alarak sözde referandum için gün doğdu. Ki ABD’nin bölgeden tamamen ayrılmasını isteyen Bağdat merkezi hükûmetinin bu talebin de ısrarcı olması ayrılıkçı kürt gruplarının desteklenme ihtimalini artırıyor. Yani Kasım Süleymani, Trump’ın dediği gibi “askeri bir hedef” değil tamamen “siyasi bir hedef” haline gelmiştir. Bu durum da başta söylemiş olduğumuz sözde PKK devleti tehlikesi yani BOP tehlikesi hız kesmeden devam etmekte/süreç işlemektedir. Şekilleri duyabilmek ne kadar kesin de olabilse, şeklin kendisiyle aynı değildir. ABD ve İran gerilimini özetleyen cümle bu olsa gerek. Bizi ilgilendiren şu ya da bu zaman da ortaya çıkan tarihi olayların ne olduğu değil, ortaya çıkmakla neyi temsil ettiği, neyi gösterdiğidir. Türk Devleti bir entropi[6] nöbetimi geçiriyor yoksa tıpkı gerçeklerin olmadığı yerde duygular ağır basar denilerek “hasta adam uzuvlarının varlığını mı hisseder” mottolarıyla siyasal İslam ideolojisinin dış politikadaki yeni bir Afganistanlaştırılma projesine bilmeden hizmet mi ediyoruz. Nitekim Ortadoğu iç savaşına mezhep bazlı taraf olmak Ortadoğu ülkelerini Afganistanlaştırırken, Türkiye’yi de Pakistanlaştırmaktadır. 5 milyon Suriyeli mültecinin arkasından İran sınırındaki temizlenen mayınlı bölgelerin sonucu bir Afgan mülteci akını, Libya’lı bazı gruplara ise vize muafiyeti uygulaması sonucu bir demografik hareketlilik, Türkiye’nin Pakistanlaşma sürecini hızlandırma potansiyeli taşımaktadır. Libya ile yapmış olduğumuz antlaşmanın uluslararası hukukta bir karşılığı olsa da saha da işimizi çok ta kolaylaştırmamaktadır. Darbeci Hafter Pisagor evliliği sonucu olarak ortaya çıkmış, ABD’den destek almış saha da ise Rusya’dan destek almaktadır. Wagner askâri şirketi aracılığı ile Rusya Hafter yönetimini desteklemekte ve ateş gücünü artırmaktadır. Hatta ilginç bir detay daha söz konusudur. Wagner’in Rusya’daki askâri hastanesinin başında Putin’in kızı olması en azından Rusya açısından durumun hassasiyetini gözler önüne sermektedir.

  Ortadoğu halklarının temel sıkıntısı kendi demokrasi ve özgürlük taleplerini ısmarlama olmasını istemeleri ve bölge dışı aktörleri saf dışı bırakarak “Arap Ligi” önderliğinde kalıcı bir barış için çaba göstermemeleridir. İsrail’in bölgedeki bütün tarafları kendisine düşman görmesi Ortadoğu’ya kalıcı barışın ve sürdürülebilir istikrarın gelmemesinin bir diğer sebebidir. Türkiye’nin bölgede Sünni bloğun hamiliğini yapma isteği ve hasta adamın uzuvlarını hissetme teorisi, İran ve Suudi Arabistan gibi tarafından yakından takip edilmektedir. Haritayı karşımıza alıp baktığımızda Suriye ve Irak’ın kuzeyindeki ayrılıkçı kürt gruplara Suudi Arabistan’ın ve İsrail’in tam destek vermesi Türkiye ile Sünni dünyanın bağını kesme amacı barındırmaktadır. Karabağ konusunda da Rusya’nın ermeni tezine olan yakınlığı ve Türkiye’nin Turan coğrafyasıyla arasına set örme amacını gütmektedir.  Senkronize olarak Yunanistan’ın Adalar ve Kıbrıs’ta Türkiye’yi sıkıştırmaya çalışması, Kırım’ın da Rusya tarafından ilhakı Türkiye’yi kapana kıstırma, nefessiz bırakma çabasından başka bir şey değildir. Türkiye dört bir taraftan kuşatılmaya devam ederken son bin yıldan beri başımıza gelen en büyük iki felaket kuşatmayı yarmaya çalışan Türkiye’ye adeta “Yangın öncesi itfaiyeyi boşaltma” operasyonuna maruz kalmıştır. Bunlar;

  1. Paralel Devlet Yapılanması
  2. Modern Kavimler Göçüdür diyebiliriz.

Türkiye ve İran gibi devlet-millet geleneği olan ülkeleri askâri operasyonlarla dize getiremezsiniz. İçeriden müttefik bulmak veya demografik hareketlilikle kriz çıkartmak uluslararası kamuoyunun tepkisine de maruz kalmanın ateşi maşa ile tutma misali küresel çetelerce bu olgular hedef ülke politika yapıcılarına pompalanmaktadır. Küresel medya ve lobilerin de baskısı sonucu geri adım atmamız içten bile değildir. Askâri işgale maruz kalmadan zihinsel işgale maruz bırakılan bu ülkeler, emperyal güçlerin bölgede sadece onların menfaatini koruyan birer kukla haline dönüştürmek isteniyor. 

Türkiye Ortadoğu iç savaşına özellikle mezhep bazlı taraf olması ilerleyen süreçte barış ve istikrara getireceğim derken, savaşın nedeni haline dönüşebilme ihtimalini doğurabilir. Sergey Lavrov’a Mısır devlet televizyonu muhabirinin sorduğu soru bu konuyu anlamamızda bize yardım edebilir. Muhabir; Suriye’de iç savaşın uzamasına neden olan taraflardan Suriye devleti tazminat talebinde bulunabilir mi? diye soruyor. Bu durum tehlikenin boyutunu göstermektedir. Likud Partisi’nin yerine İsrail’de daha ılımlı bir parti iktidara gelmesi sonucu İsrail önderliğinde bir Ortadoğu Sami Birliği kurma hamlesi Türkiye’nin İslam dünyası üzerindeki bütün ağırlığının ortadan kalkması anlamına gelir. Artık Ortadoğu halkları öyle bir hâl almıştır ki sözde barışı, istikrarı kim getirirse kabul edecektir. Belki BOP’ un da gerçek amacı budur. Bölge halkları mezhepsel-etnik olarak bütün güçlerini tüketmesi sonucu artık demokrasi, özgürlük değil suya, ekmeğe muhtaç olacaklardır. Aç olan toplumlar demokrasi ile değil, ekmekle doyarlar. İsrail Devleti bu durumu bir avantaja çevirmeye çalışıp gelin bu savaşı, düşmanlığı bitirelim sizde Sami ırkındansınız biz de Sami ırkındanız deyip bu mihvalde bir politika iktas ederse büyük oranda Müslüman olan coğrafya halkları İsrail’in kucağına itilecek ve sözüm ona Büyük İsrail bu yolla ortaya çıkabilecektir. Düşünün İsrail önderliğinde bir Sami parlamento, Türkiye bu ihtimalleri düşünerek politika geliştirmeli, strateji ortaya koymalı ve son bin yüz yılın neredeyse bin yılı hakimiyetimizde kalan coğrafyaya sessiz ve kayıtsız kalmamalıdır. Türkiye tarihi ve kültürü itibarı ile bulunduğu coğrafyadan taşmak istemektedir.   


[1] Spenger Oswald, Batının Çöküşü 1, Dergah yay. İstanbul say. 269

[2] Hungtinton Samuel, Paul , Medeniyetler Çatışması Mı?

[3]  Gumilev Lev Nikoloyeviç, Hazar Çevresinde Bin yıl, say. 355

[4] Lübnan’da yapılan son seçimlerde Hizbullah Parti olarak Lübnan Palementosunun 2/3 ele geçirmiştir.

[5] Pisagorcular bazı rakamlara semboller vermişlerdir. Bu sembollere göre 1 kadını, 2 erkeği, 3 ise çocuğu temsil etmektedir.1 ve 2’nin toplamından 3’ü meydana getirmişlerdir.

[6] Bir sistemdeki rastgelelilik ve düzensizlik olarak adlandırılır.

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir