Ünlü Marksist felsefeci, daha doğrusu “Marksizmin popüler felsefedeki yüzü” Georges Politzer, Engels’e atıfta bulunarak Marksizmin oluşumunda üç bilimsel gelişimin olduğunu vurgular: Hücrenin keşfi, enerjinin dönüşümü ve Darvin’in evrim kuramı. Hücrenin keşfi, insan ve hayvan hücrelerinin birbirinden farklı olmadığını göstermiş, dolayısıyla kilisenin ve hatta Rönesans hümanistlerinin “insanı merkez alan” bakış açısını eleştiriye açık hâle getirmişti. Dolayısıyla metafizik konular, ruh gibi kavramlar tartışmaya açık hâle gelmiş ve materyalist felsefe büyük bir argüman kazanmıştır. Enerjinin dönüşümünün bulunmasından önce; ses, ısı, ışık gibi kavramlar farklı maddeler sayılıyordu. Bunun kökeninde aslında antik Yunan, Hint, Çin, Japon gibi medeniyetlerin felsefe, bilim ve mitolojisinde; ateş-su-toprak-hava benzeri “temel elementlerin” olması yatmaktadır. Her ne kadar özellikle simya ile Orta Çağ’dan itibaren bu anlayış değişmeye başlasa da etkileri uzun süre devam etmiş, özellikle çoğu semavi dinin teolojisinde ışığa kutsiyet atfetmek de bununla bağlantılı olmuştur. Enerjinin dönüşümünün keşfi ise, bu unsurlara kutsiyet ve mistisizm atfeden metafizik görüşlerin aksine, bu unsurların birbirlerine dönüşebildiğini göstermiştir. Bu “dönüşüm” meselesi, diyalektik materyalizme bilimsel olarak ilham veren temel gelişmelerden biridir. Son olarak, pek tabii, evrim teorisi. Evrim, hem kilise kurumunun temel dayanaklarını tıpkı hücrenin keşfi meselesinde olduğu gibi zayıflatmış; hem de enerjinin dönüşümünde olduğu gibi, canlıların da bir dönüşüm içinde olduğu fikrini güçlendirmiştir. Nazım Hikmet’in şiirlerinde bu bilimsel gelişmelerin ideolojiye ve edebiyata etkisini görebiliriz.
Mesela, Moskova’da Heraklit’i Düşünüş şiiri:

“Şehir uzakta.
Genç adam ayakta.
Akıyor şehirden geçen nehir
Genç adamın ayakları dibinden.
Genç adam piposunu çıkarıyor cebinden
Aranıyor kibriti.
Bakıyor akar suya
Düşünüyor Heraklit’i,
Düşünüyor büyük hakîm Heraklit’i genç adam…
Kim bilir belki böyle bir akşam,
Böyle bir akşam,
Heraklit alnını
Yeşil gözlü zeytinliklerde akan
Suya eğdi
ve dedi:
Her şey değişip akmada,
Bu hâl beni hayran bırakmada…”

Veyahut Masalların Masalı şiirinden bir kesit:

“Su başında durmuşuz.
Önce kedi gidecek,
Kaybolacak suda sureti.
Sonra ben gideceğim,
Kaybolacak suda suretim.
Sonra çınar gidecek,
Kaybolacak suda sureti.
Sonra su gidecek
Güneş kalacak;
Sonra o da gidecek…”

Bu şiirler, diyalektik materyalist düşüncenin edebiyattaki karşılığına çok güzel
örneklerdir. Gördüğünüz üzere, bilimsel gelişmelerden ideolojiler, ideolojilerden ise kültürel(edebi) unsurlar doğuyor.

Bu bilimsel faktörler etkisiyle semiren Marksist ideolojinin etkilerini, Türkçülük ve Türkiyat alanlarındaki öncü isimlerde de görebiliyoruz. Mesela Yusuf Akçura; çağdaşı çoğu tarihçinin aksine sınıf kavramına önem vermiş, sınıf çatışması kavramını da Ziya Gökalp’in aksine kabul etmiştir. Halil Berktay’ın Cumhuriyet İdeolojisi ve Fuat Köprülü kitabındaki ifadesi şöyledir:

“Ziya Gökalp’in sınıf fikrini, toplumumuzdaki sınıfların varlığını ve sınıf
mücadelesinin itici rolünü toptan reddederek esnaf loncalarına dayalı bir tesanüd (solidarisme) ideolojisini savunduğu koşullarda Akçura, Marks’ın sınıf mücadelesi teorisinden, milli bir burjuvazi yaratılması ve Türkiye’nin milli ve demokratik bir devlet olabilmesi için toplumun proleterya eliyle değil de bu burjuvazi eliyle dönüşüme uğratılması anlamında bir ‘inkılâb-ı içtimai” programı türetmeye uğraşıyordu.”

Buradan anlaşılması gereken, Akçura’nın Marksist ya da solcu olduğu değildir. Tam tersi, yıllardır süregelen “İlk Türkçüler solcuydu, Akçura da solcuydu.” ifadesinin aksine, Akçura, Rus Duma’sında sağ liberal Kadet partisine üyeydi ve Duma’daki tartışmalarda dahi Marksizm’i “yeni bir din” olarak niteleyerek hedefe oturtuyordu. Akçura; sosyalist ekonomiden değil, serbest piyasadan yanaydı. Ancak sınıf kavramına bakış gibi sosyal bilimleri ilgilendiren konularda Marksizm’den etkilenmiştir. Ziya Gökalp ile olan farklılığı bile, aynı hedefe farklı yollardan gitmekten ibarettir. İkisi de Türk sermayedarının, Türk zengininin oluşmasını istiyordu. Fakat bu yoldaki yorumları, metotları ve ifadeleri farklıydı.

Fuat Köprülü de Akçura’ya benzer bir fikir yapısındaydı. Tarihi yorumlarken sınıf kavramına dikkat eden ve “tarihsel materyalizm” benzeri bir ekonomi bazlı bakışa sahip olan Köprülü, özellikle beylikler ve erken Osmanlı döneminde bu görüşünü çok güzel bir şekilde belirtir. Önce Moğol İstilası ile Anadolu’da oluşan bölük pörçük beyliklerden ve bu beyliklere yığılan dinamik ve yoğun, konargöçer Türkmen nüfusundan bahseder. Bu tarihi şartlarda ise, doğuda kalan İlhanlı-Selçuklu unsuruna karşı mücadele etmek zor ve tehlikeli olduğu için, Bizans sınırına yakın beyliklerin daha şanslı olduğunu belirtir. Osmanlı’nın jeopolitik şansını özetledikten sonra, ekonomi temelli bir bakış açısıyla Osmanlı’nın Balkanlarda uzun soluklu olabilmesini açıklar. Köprülü’nün bu hususta tarihsel materyalist bakış açısı etkisiyle yazdığı satırları Halil Berktay şu şekilde alıntılamış, özetlemiş ve yorumlamıştır (İtalik kısımlar doğrudan Köprülü’ye aittir, paragrafın mühim bir kısmı ise Berktay’ın Köprülü’nün ifadelerini özetleyip kendi kelimeleriyle yazmasından oluşmaktadır):

“Köprülü’ye göre, bu kolay geçiş, Osmanlı devletinin kaderini çizmiştir. Marmara’nın güneyinde birikmiş nüfus fazlasının nakil ve iskanı yoluyla 1359’da başlayan bu hareket… geçici bir istila değil, hakiki bir yerleşme hâlini aldı. Bütün gaziler, alpler, Rumeli’nin zengin tımarlarına nail olmak isteyen… Sipahiler, hep Osmanlı hanedanı etrafında toplandılar, çıkarlarını onun çıkarlarına bağladılar; Bizans’ın iç gaileleri sayesinde hızla ve zaiyatsız gelişen Balkan fütuhatının itici gücünü oluşturdular, irili ufaklı fiyefleri(dirlikleri), babadan oğula kalan ve dolayısıyla menfaatleri, varidatı kendilerine tahsis edilmiş olan yerlerin iktisadi yükselişine, yani köylü sınıfının refahına müstenid olan bu sınıf, düştüğü mali buhran içinde artık yalnız kısa vadeli hesapları yapabilen Konstantinopolis’in koyduğu ağır vergileri hafifleterek, Bizans’ın yerine getiremez olduğu köylüyü himaye ve güvenlik fonksiyonlarını devraldığı gibi, geniş bir dini serbesti ve ruhani sınıfların imtiyazlarına riayet politikasıyla soylu Hıristiyanları da teskin etti. Osmanlı İmparatorluğunun kurucu sınıfı, işte bu çok sağlam esaslara dayanan… toprak aristokrasisi, bu yüksek Türk aristokrasisi idi. (…) Osmanlılar, ancak böylelikle Balkan toprağına sıkıca kök saldıktan sonra, Timur darbesi karşısında bile yitiremeyecekleri bu üsten hareketle Anadolu’yu ele geçirmeye koyuldular. Katiyetle denilebilir ki, Bayezid tahta çıktığı zaman, Osmanlı devleti Anadolu’da ve Balkanlarda sağlam ve kuvvetli bir imparatorluk şeklinde kurulmuş bulunuyordu.

Burada Köprülü; çoğu romantik tarihçinin “hoşgörü” gibi soyut kavramlarla açıkladığı Osmanlı’nın gayri-Müslim tebaa ile ilişkisini, sınıf, ekonomi gibi daha elle tutulur kavramlarla açıklamaktadır. Bunların yanı sıra Köprülü; Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu kitabında Halvetiye tarikatını bir “burjuvazi tarikatı” olarak tanımlar, “Kazeruniye veya İshakiye veya Mürşidiye”nin küçük burjuvazi ve işçi sınıfı temelli olduğunu söyler, Mevleviliği ise yüksek aristokrasi ile yüksek ve orta burjuvazi temelli bir tarikat olarak tanımlar. O dönemde konargöçer Türkmenler hakkında yazılan itham ve hakaretleri, Sultan Veled’in Türklere nefretini anlatan şiirleri de sınıfsal bir şekilde yorumlar. Köprülü’nün kullandığı “tarihi tekâmül” terimi de yukarıda Engels ve Politzer’den verilen örneklerle, yani “değişimin sürekliliği” ile bağlantılıdır.

Köprülü ve Akçura, kesinlikle dönemlerindeki çoğu tarihçiden ve siyasetçiden daha ileridelerdi. Çünkü çağı yakalamışlardı. O dönem Marksist ekolün etkileri, doğrudan ve dolaylı olarak çoğu yerde vardı. Devletçilik ilkemizin oluşması İttihat ve Terakki’nin politikalarına kadar gider. Devlet eliyle Türk sermayesi yaratma ise (Akçura’nın milli burjuvazi söylemlerinin pratikte karşılığı), “Parvus Efendi” ismiyle bilinen Yahudi asıllı Rus sosyalist Aleksandr Lvoviç Parvus’un, gerçek adıyla ise Israel Lazareviç Gelfand’ın İttihat ve Terakki’ye etkilerindendir. Bu sadece Türkiye’de olan bir durum değildi. Mussolini’nin ve Hitler’in ekonomi politikalarında da kapitalizm ve komünizmin bir karışımı görülür. İkisi de zaman zaman Sovyetler Birliği’nin ekonomik programlarından esinlenmiştir. Bunu 1930’lar dünyasında araştırırsak, birçok alanda görebiliriz. Ancak şu an bambaşka bir çağdayız. Bilim, teknoloji, ekonomi, toplum, siyaset, 1930’lardan çok daha farklı. 1930’larda “genç, dinamik ve başarılı” bir örnek gibi görünen Sovyetler Birliği; çoktan çöktü, iflas bayrağını çekti. Şu an ise Sovyet mantığı ve zihniyetinden uzaklaşabilen Doğu Bloğu ülkeleri, uzaklaşamayanlara göre çok daha ileride. Mesela Baltık ülkeleri, özellikle de Estonya, başta bilişim olmak üzere çoğu konuda eski Sovyet ülkelerinin geri kalanından daha ileride. Çünkü Sovyetler dağılır dağılmaz Rus kampından hep uzak durdu, köhnemiş Sovyet geleneğini temizlemeye koyuldu. Keza, evrim kuramı da diğer 19. yüzyıl bilimsel gelişmelerinin dahil olduğu disiplinler de Darvin’den bugüne birçok değişime uğradı. Elimizde genetik gibi bir bilim var ve artık değil evrim mekanizmalarını takip etmeyi; bir tükürükten bir insanın binlerce yıllık geçmişini, hangi etnik unsura daha yakın olduğunu, hangi hastalıklara sahip olma potansiyelinin olduğunu, alkole karşı vücudunun verdiği tepkiyi bile öğrenebiliyoruz! Bu koşullarda, Akçura ve Köprülü’nün mirasına sahip çıkıp, bu mirası geliştirip yüceltmeyi amaçlıyorsak, biz de günümüz koşullarına göre neler yapabiliriz onu konuşmalıyız.

Köprülü ve Akçura’nın tezleri, başta ekonomi olmak üzere “insanın ürettiği”
kavramlar üzerinden gitmekteydi. Şu an ise genetik bilimi, doğrudan insanın kendisiyle ilgilenmekte. O gün ancak hücrenin yapısını ve evrimin temel yapısını çıkarabilirken, bugün hücrenin çekirdeği ve mitokondrisi başta olmak üzere hücreden daha küçük unsurların içinde bulunan DNA ve RNA’yı çözümlemiş bulunmaktayız. Mesela diyelim ki dilbilim çalışıyoruz. Anadolu ağızları arasındaki farkları incelerken, bu ağızların olduğu bölgelerden alınan genetik örneklerle bu ağızları konuşan insanların göç yollarını genetik üzerinden hesaplayabiliriz.

Görselde gördüğünüz Yamnaya kültürünün Avrupa’daki genetik yayılımı, günümüz Hint-Avrupa dilbilim ve tarih çalışmalarının temelini oluşturmaktadır.

Misal, Anadolu’da Eretna döneminden Uygur etkisine sahip bir yer olduğu iddiası var ise, ağız özellikleri buna işaret ediyorsa, ancak bu iddia tarihsel olarak kanıtlanamıyorsa, o bölgeden alınan genetik örnekleri günümüz Uygur ve Yugurları ile kıyaslarsak o yörelerdeki insanların atalarının Asya’nın hangi yöresinden göç ettiğini çıkartabilir; belki de tarih biliminin kaynak yetersizliği yüzünden bulamadığı bir göç yolunu keşfetmeye giden yolu açabiliriz. Diyelim ki o söz konusu ağız bölgesindeki “haplogruplar” ile, Uygurların veyahut Yugurların “haplogrupları” arasında tutarlı bir eşleşmeye rastlandı… O durumda diyebiliriz ki bu yöredeki insanlar Türkiye Türklüğünün ezici çoğunluğunun aksine Oğuz/Türkmen menşeli değil, Uygur kökenli. Genetik bize “haplogrupların” birbirinden ayrılma zamanı gibi detayları da sunabilmekte, böyle bir şekilde belli bir tarih aralığı tahmininde bulunmamız dahi mümkün. Yeterince detaylı bir test ile, elde de karşılaştırma için yeterli örnek var ise, o köydeki insanların günümüz Uygurlarının atalarından kaç yüz yıl önce koptuğunu bulmamız meşakkatli olsa da mümkündür. Bugün Hint-Avrupa dil ailesinin kökenlerini araştırırken çoğu bilim adamı, günümüz Ukrayna’sı ve Rusya’sında bulunan ön- Hint-Avrupalı Yamnaya ve ön-İrani Sintaşta kültürlerinin genetik yayılım alanlarıyla birlikte incelemektedir mesela.

İnsan genetiğinde önemli işaretleyicilerden olan Y-DNA haplogruplarından R1b’nin altdalı PH155, bu haritada görüldüğü üzere 3 tarihi örnekte bulunmuştur:

Asya Hunlarına(Xioungnu) ait Moğolistan’daki bir kurganda, Tanrı Dağlarında, Asya Hun devleti dağıldıktan sonra günümüz Türkistan’ına
göç eden Hun kolunda(Yüeban adıyla bilinirler) Avrupa Hunlarına ait Sırbistan’da çıkan bir örnekte.

Bu güne kadar, Avrupa Hunlarından doğrudan bir yazılı kaynak olmadığı için, Türk menşeli oldukları konusundaki ifadeler ‘muhtemelen’, ‘büyük ihtimalle’ şeklinde geçmiştir ve hatta Batılı ve Rus Türkologlardan Hunları Türklük dışına çıkartmak isteyenler dahi olmuştur. Ancak genetik veriler arttıkça, Avrupa Hunlarının Asya Hunlarından türediği kesinlik kazanmaktadır.

Çağımızda psikoloji biliminde ayrı bir araştırma konusu hâline gelen IQ çalışmalarından kesitler. Türkiye ve Dünya genelinde baktığımızda belli bölgeler arasında nasıl keskin geçişler olduğunu görebiliyoruz.

Bunu Türk entelejensiyası olarak kavrayabilirsek, her zaman şikâyet ettiğimiz “yazılı kaynağın az olması” handikapını aşma imkânımız var. Yukarıda bahsettiğim bilimsel gelişmeler bugüne kıyasla yüzeysel olduğu için, insan biyolojisindeki farklılıkları hakkıyla tespit edememişti. Bugün, IQ testlerinin sayesinde farklı etnik ve coğrafi toplulukların birbirinden farklı IQ seviyelerine sahip olduğunu, dolayısıyla gelişmişlik farklarının sadece ekonomik ve kültürel değil, aynı zamanda biyolojik sebeplere dayandığını da söyleyebiliriz. Richard Lynn’in “Regional differences in intelligence, income and other socio-economic variables in Turkey” yani “Türkiye’de zekâ, gelir ve diğer sosyo-ekonomik değişkenlerdeki bölgesel farklılıklar” araştırmasını internette aratırsanız, etnik farklılıklar ile IQ tabakalaşmasının dahi belli tutarlılıklar içerdiğini görebilirsiniz. Keza, Lynn’in başka çalışmaları Doğu Asya ve Kuzey Avrupa ile, Sahra-Altı Afrika ve Ortadoğu arasında IQ uçurumu olduğunu gözler önüne sermekte. Her ne kadar “eşitlikçi”, “sol liberal” akımlar reddetse de ister adına ırk denilsin, ister de insan popülasyonları arasındaki genetik çeşitlilik denilsin, toplumsal fenomenlerin biyolojiyle örtüştüğünü görebiliyoruz. Genetik bilimi ilerledikçe, psikoloji de bu yönde gelişecektir. Misal, yıllardır Amerika’daki zencilerin suç oranının yüksekliği ayrımcılık, ekonomik uçurum gibi sebeplere dayandırıldı. Gel gelelim, H. G. Brunner başta olmak üzere bilim adamlarının yaptığı genetik çalışmalar, zencilerin MAO-A şeklinde kısaltılan “Monoamine oxidase A” genine, diğer toplumlardan daha yüksek oranda sahip olduğunu kanıtladı. Bu gen, genel olarak saldırganlıkla ilişkilendirilmektedir. Dolayısıyla, sosyal bilimleri incelerken, insan toplumlarının birbirinden farklı özelliklerde olduğunu bilmek ve buna göre yorumlama yapmak gerekmektedir. Çağımızın gittiği nokta burasıdır.

Sadece bilimsel gelişmeler değil, toplumsal gelişmeler de farklı bir bakış açısını zorunlu kılmaktadır. Mesela genel itibariyle toplumumuzda “Batı’daki Türk düşmanlığının sebebinin Türklerin Müslüman olması” vurgulanmakta. Bilakis Almanya örneğinde Arap, Afrikalı ve Güney Asyalı göçmenler; Türklere kıyaslanamayacak oranda tecavüz ve gasp suç oranlarına sahipken, Alman basını bu unsurlara değil Türklere saldırmaktadır ve Merkel uzun bir süre ülkeye daha fazla Suriyeli mülteci alınmasını destekler demeçlerde bulunmuştur. Bu demek oluyor ki ortada kategorik bir İslam düşmanlığından ziyade, özel bir Türk düşmanlığı var. Bunun sebeplerini tarihi ve etnik faktörlerde aramak zorunludur. Madem toplumsal faktörlerin sebebini daha “kökensel” konularda arıyoruz, o zaman tipik “Avrupa’daki Müslüman algısının Orta Çağ’dan itibaren Türk’e denk olmasını” da bunda aramalıyız. Avrupalı, yıllarca Türk deyince Müslüman anladı. Çünkü Müslüman uluslar arasında savaşçılık, devlet geleneği ve teşkilatçılık özelliği en zirvede olan unsur Türklerdir. Bu da Türklerin ılıman ve sıcak iklimde oluşmuş diğer Müslüman unsurlar aksine; Sibirya taygalarından Ural dağlarına uzanan soğuk, zorlu coğrafyanın yaşam şartlarına, Türkistan bozkırlarının sert koşullarına yüzyıllar boyunca adapte olması, bu koşullarda hayatta kalarak
bu ortama göre “doğal seçilim” mekanizmasına uğraması gibi sebeplere dayanır.

Söyleyeceklerimi çok daha uzatmak isterdim, bu yazıda belli bir konunun daha “somut” ve “materyal” kısmını işledim. Nasip olursa, bundan sonraki yazıda veyahut başka yazılarda, bu konunun daha “soyut” ve “metafizik” kısmını işleyeceğim. Sağlıcakla kalın!

Denizcan DEDE

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir