https://soundcloud.com/30eksi/cileli-mujde-enstrumantal
Eşliğinde okumanızı tavsiye ediyoruz.

Sevgili bir kardeşim 30eksi için “30’u bitirmeden bir yazı yolla” diyerek yazı isteyince, aklıma bir çocuk düştü. 30’una çok vardı. O çocuktan bahsedeceğim biraz.

Geceler boyu kitap okur, gündüzler boyu okudukları üzerine düşünürdü. Kaç defadır bilmem, şafağın kızılıyla kan çanağı gözlerinin uğursuz bir rezonansa girdiği. Kaç defadır bilmem, bir şeyi anlamayınca, bir ifadeye dair okuma gereği hissedince, yatağa yollanamayıp raftan bir kitap daha aldığı. Evde yemek, sohbet, kavga, televizyon sesleri fersahlarca öteden gelir gibi derinden bir fon yaparken, kitaplarına dalıp bambaşka dünyalara giderken o, aklında tek bir şey vardı: Ülküsüne layık bir evlat olmak.

Evet, bir ülküsü vardı, vardı ama ne olduğunu bilmiyordu. Her askeri ülkücü, her bıyıklıyı amcası sandığı çağlardı. Güzel insanlardı onlar, bilhassa annesinin arkadaşları. Herkes yeğen, herkes kardeş, bacı, amca, teyze idi. Arkadaşı Ertuğrul’la ezberledikleri şiirleri konuşur, Mehmet Han’la kim daha fazla marş biliyor diyerek kapışırlardı. Bu çevreyi bir araya getirenin “ülkü” denen bir “şey” olduğunu öğrenmişti. Çok sevmişti o ülküyü, o yüzdendi ne olduğunu anlamaya çalışması. Evvela bu deryayı keşfedecek, sonra yepyeni ufuklara, bir ülkücü olarak yelken açacaktı.

Evvela kitaplardan öğrendi, herkes bu ülküyü paylaşmıyordu. Zannediyordu ki, ülküsü bir haksızlığa uğramıştır. Evet, bu kadar iyi insanları bir araya getiren o bağ, kötü bir şey olamazdı. İlkokul öğretmenini çok severdi, onu ülkücü sanardı. Yolda dilenciye iyi davranan o ihtiyar adam, kesinlikle ülkücü olmalıydı. Demek, dünyada iyi insanlar vardı, onlar ülkücüydü; bir de kötüler. Kötülerin nüfusu biraz artmıştı galiba, o yüzdendi bu çevrenin genişleyip dünyayı kucaklayamaması. Evet, zannediyordu ki ülküsü bir haksızlığa uğramıştı.

Biraz büyüdü, güzel bir liseye gitti. Okumaktan gözlerindeki kan çanağı kalıcılaşmıştı, uyuşturucu kullandığına dair şakalar yapar, dalga geçerlerdi onunla. Tuhaftı biraz, Amerikan gençlik filmlerindeki “ucube”lere benziyordu. Ülkücüyüm dediğinde biraz tuhaf bakıyorlardı ona, Türklerin tarihinden yahut özelliklerinden bahsedince gülüyorlardı. Anlamıyordu, gerçekten anlamıyordu. Güzel şeyler anlatıyordu halbuki, neden gülüyorlardı? Anlamadıkça sertleşti. Yüreği bir kabuk bağladı. Anlatacaktı. Gülünecek bir şey olmadığını gösterecekti.

Haksızlığa uğradı. Saldırıya uğradı. Ergen dimağında yatılı okulundaki ortam koskoca bir dünyaydı, o dünya kapkaranlık kesmişti. Tarikatler vardı, cemaatler. Hatta kendi de bunlardan birine, “biz Horasan erenlerinin yolundayız” dedikleri için sempati duyacak olmuştu da, Allah’ın ihtiyar bir Kürt’le sohbet ettiğine inanası gelmediğinden uzaklaşmıştı. Uzaklaşıp izliyordu, gerçekten komik ne kadar fikir varsa bir sürü takipçi buluyordu da, onun o güzelim, ona hiç kötülük getirmemiş, onu hep daha iyi bir insan olmaya teşvik etmiş ülküsü neden bulamıyordu, üstelik dalga meselesine dönüşüyordu?

Karar verdi, bu böyle olmayacaktı. Ülküsünü cazip hale getirecekti. Arkadaşlarını zehirlemeye başladı. Bir şövalye ahlakının, bir seçilmişlik hissinin sahnelerini gösterdi onlara. Bir avuç arkadaşını ikna etti. Artık yalnız değildi, Ocak merdivenlerini birlikte çıkıyorlar, artık bildiği dilden konuşuyor, onun ilgi alanlarına dair sohbet ediyorlardı. Gerçi, taze ülkücü arkadaşları da arada bir dalga geçmiyor değildi onunla, “adam sen de” dedikleri vakiydi, ama onu tazeliklerine veriyordu. Bu kadar güzel bir ülkü, insanın hayatını büsbütün işgal etmeliydi ona göre, işgal etmesine izin verdiği için dalga geçenler, henüz tam idrak edememişlerdi.

Lise serüveninin ortasında, başvurmak istediği son yönteme başvurarak, amacına ulaşmıştı. Yerde yatan 20 genç, 20 akranı, bütün okula ülküsünün dalga geçilir olmadığını ilan ediyordu lisan-ı hal yahut kırık kemik sesleriyle. Uğradığı bütün saldırılar, alaylar, izzet-i nefsini zedeleyen bulaşmalar birikmiş, arkadaşlarına da sirayet etmişti. Bir gün topluca saldırıya uğrayınca, “öpkem kelip ogradım” mısraının mübdiinin soyundan geldiklerini hatırladılar. Çok güzel dövdüler, şiir gibi dövdüler. O zavallı sürüye layık sert bakışlı gözün, sıkılı ağır yumruğun ne işe yaradığını hatırladılar, hatırlattılar.

Mezun olduğunda, onlarca kardeşi vardı onunla aynı iklimi paylaşan. Onlardan olmayanlara dokunmuyorlardı, ancak kimse onlarla dalga geçemiyordu. Nihayet, tam aksi istikametin yolcusu, aile hikayesi nedeniyle terörün kucağına düşmüş bir akranı, haksızlığa uğradığında onun yanında oluşu hatrına gömleğini “Nevşehir’in Başbuğu” diye imzalayınca… Tevazuyla bir çift laf etti, böyle mübalağa olmaz dedi ama, gözlerinin derininde bir kıvılcım çaktı. Doğru yöntemi bulmuştu: şövalyelik. Göstere göstere şövalyelik edecek, Atsız gibi, düşmanının dahi mertliğinin hakkını vermesini sağlayacaktı.

Üniversite okumaya geldiği büyük şehirde ise bir yıkım yaşadı. Ülküsünün çok da güzel olmadığını fark etti. Ülkücüler güzel insanlardı; ülküsüyse yeşermemiş bir tohum. Hatta, yer yer küfleniyordu, filizlenme ihtimalini sonsuza dek yitirmek üzereydi. Bir şeyler yanlıştı, bu yanlış hep “yanlış anlaşılma” değildi. Ülküsünde, o güzelim ruh ikliminde yanlışlar, hatalar olduğunu fark ettiğinde… Dünyası başına yıkıldı. İnancıydı çöken. Allah inancı, ahiret inancı umrunda değildi, insan bunları kaybedip pekala yaşayabilir. Ancak kendisine ve iyi bir insan olmaya inancını yitirirse insan? İnanç bambaşka bir şeydir, insanı insan eden inancıdır, ortada matematik ifade edilecek bir sebebi yoksa da, iyi bir insan olmayı, doğruluğu seçmeyi sağlayan inançtır.

Son gücüyle, takatinin son damlasıyla, aylar boyu yemek yememiş, sigarayla, bir iki yudum meşrubat, bir lokma abur cuburla beslenmiş, cılız haliyle ayağa kalktı. Ülküsünde yanlış vardı ama, çocukluğundaki manzaralar gözünden gitmiyordu. O iyi insanların kazanmasını istiyordu. Sonra, toprağa girenlerin hikayeleri… Boşu boşuna ölmüş olsunlar istemiyordu. Kibrinden değil, ama o dünyaya sadakatinden, kendini dünyadaki tek, son ülkücü addetti. Ülküsünü ayağa kaldıracaktı. Ne eksiği varsa o tamamlayacak, ne yanlışı varsa o düzeltecekti. İnanç yeniden kıvılcımlandı içinde. Müthiş bir enerjiyle doldu.

Artık insan hayatını bir ideolojinin büsbütün işgal etmemesi gerektiğini biliyordu. Hayır, hayat ideolojiyi işgal etmeliydi! Dikte etmesi gereken hayattı, hakikatti, vakıaydı. Bunu düşünerek çalıştı o epifani anından itibaren.

Kendi gibileri bulmaya başladı. Sesini yüksek çıkardı. Sesini duyan akranları geldi. Bir aile oldular, bir cemiyet oldular. Dalga geçenler durulmaya başladı, bu defa dövmek zorunda kalmıyorlardı. İlgiyle izlemeye başladılar. Kimisi iş adamı oldu aileden çıkanların, kimisi yazar oldu, ödül aldı. Kimi akademik başarılarıyla göz doldurdu, kimi genç yaşında yurt dışında kariyer yapmaya başladı. Hepsini birleştiren tek ülkü vardı: Türk milliyetçiliğini hakikate, çağa ve insana uyumlu hale getirmek.

İşte o çocuk, yakında 30’unu geçecek. O çocuğun arkadaşları da öyle.

Şimdi bu satırları yazarken gülümsüyorum. “Ölmez Bu Hareket” çalıyor arkada. Pek pahalı bir bilgisayarda yazıyorum. Kedim ayaklarıma dolanıyor. Karım aşağıda kahvaltı hazırlıyor. İşim gücüm var, geçimimi sağlıyorum şükür. Kardeşlerim benden yazı istemiş, uyanır uyanmaz o yazıyı yazmaya koyulmuşum.

O çocuğun, internet kafeye ödeyecek parası olmadığından, arkadaşıyla birlikte Türk Ocağı lokaline gidip, iki çay söyleyip, içmeyip, lokalin internetiyle, her tarafı arızalı bir dizüstü bilgisayarda dergi dizgisi yaptığı zamanları hatırlıyorum. Sarkık bıyıklarını kesmek istemediği için emeğiyle büyüttüğü kurumdan istifa ettiğini, işsiz kalıp, maaşının yarısından azına, kendi gibi sarkık bıyıklıların, kendinden daha çekik gözlülerin kurumunda çalıştığını hatırlıyorum. Geçim zorluğunu, ihaneti, çaresizliği hatırlıyorum. Tek arkadaşının olmadığı günleri… Bak diyorum içimden, işte geçti hepsi. Şimdi çok daha kalabalığız. Derdimizi, kaygımızı paylaşanlar çoğaldı. Paylaşanlar, daha da önemlisi, tanıştı, birleşti.

15 yaşımda, ağabeylerim, ablalarım bir dergi çıkarıyorlardı. Benden bir şiir istemişlerdi. Yayımladılar, eve geldi dergi. Nasıl sevinmiştim, dünyalar benim olmuştu.

Sonra biz dergi çıkardık. Paramız bitince, 9 sayı sonra veda ettik. Derneğimiz kapandı.

Fakat ben dergi çıkardığım için işe alındım. Ufak da olsa yöneticilik tecrübesi mayama işlediğinden, genç yaşımda yöneticilik yaptım.

Ve, geçenlerde toyumda her nesilden o “iyi” insanlar, o “ülkü”yü bana sevdirenlerin mayasından bir cemiyet toplandı. Genciyle, yaşlısıyla bozkurt çekip oynadık.

Elbette pek büyük bir adam olamadım. 20 yaşımda dünyayı değiştirecektim. Şimdi çok daha küçük meselelerin kavgasını veriyorum. İçimde bir yerde, bu küçük adımların bir gün dünyayı değiştirecek yola çıkacağını düşünüyorum ama, o yolda yürüyecek kadar yaşayacağımı sanmıyorum. Başkaları alacak meşaleyi, onlar yürüyecek. Yine, geçti diyorum işte. Geçti. O küçük mücadeleler… O küçük adımlar… O herkesin dalga geçtiği çaba, emek… İşe yarıyor. Evet, işte yarıyor. Boşa değil.

30’unun altında, vaktiyle tuhaf, ezik ve yalnız bir çocuk olarak geçtiğim yollardan geçen kardeşim… Hiç canını sıkma sen. Elem çekme sen. Kara kara bulutlara bakma sen. Yeşermesi ektiğimiz tohumun, haktır! Bak, o eziyeti çeken bir ağabeyin, bugün bir sigara yakıp, “iyi ki” diyor, “iyi ki çekmişim. İyi ki bu güzelim ülküden vazgeçmemişim.”

İnan dostum, can dostum, güzel günler gelecek.

M. Bahadırhan DİNÇASLAN

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir