Atasının belinden, anasının rahminden dünyaya düştüğü ilk andan itibaren göç eder Türk. Toprakla, iklimle, ihtiyaçla, düşmanla olan mücadele göçlerinin yerini yaylak-kışlak göçleri almıştır zamanla. Koyaklar aşılmış, dereler geçilmiş, bozkırlar ezilmiş, nicesi ölmüş, pek çoğu doğmuş, kimisi yürümüş, bazısı akınlamış ama hep toprak arşınlanmış. At yoldaşı, it koruyucusu, kurt yolbaşçısı, evdeşi güneşi, güneşi tuğu olmuş. Göçmüş Türk, durmadan bin yıllar, türlü yollar aşmış. Anlatmış Türk, sürekli anlatmış, kavgasından yazamamış, bir soluk alınca kitabelerini dikmiş sonsuz olsun diye. Peki başka? Dedik ya yazmamış, yazamamış. Bu dünya göçü, medeniyet tekamülünde eksik bir yer bırakmış: yazı. Ama anlatmış, öykünmeden öykülemiş, destanlaşmış, Dede’m Korkut’lanmış. Yazı gediğini söz büyüsü ile tıkamış.

Ya şimdi? Hala göçüyor Türk, otobüste evden işe, işten eve, okula, gezmeye, kanepeden kanepeye yükü TV kumandası, ağzından uyuklarken akan akıntısı. Göçüyor hala Türk, yürüdüğü sokaktan, sigarasıyla balkondan, çantasıyla pazardan, cumaları namazdan geçiyor. Bu göçlerde hep bir şeyler yaşıyor, anlatıyor, gülüyor, güldürüyor, hüzünlendiriyor, ağlıyor, ağlatıyor ama yazmıyor. Yazmak külfetli geliyor, göçü durur diye korkuyor belki de.

Türk, romanla yaşamıyor, hayatı roman ama öyküyle yaşıyor, her anı öykü. Yazılmayınca hatırda kalışı da uzun sürmüyor. “Aaa ya şey vardı, hani siz maça gitmişsiniz de bir şey olmuş, top mu yarılmış, hakem mi kovalanmış, ofsayt mı kalkmış, forvet mi lazımmış, neydi? Tüh hatırlayamadım anlatsana” anlatıcı da hatırlayamıyor çoğu zaman, her defasında ya abartı ekleniyor ya eksik kalıyor. Halbuki yazsa, bilgisayara yazsa, kağıda yazsa, günlük tutsa, hiç olmadı imkansızlık içinde imkan yaratan atası gibi taşa yazsa, yazsa kalacak, edebiyat gelişecek, kültür gelişecek, kendisi gelişecek, tarih gelişecek yani geleceğin geçmişi şekillenecek. Daha çok bilinecek, unutulmayacak.

Birey değişiyor, toplum, dünya değişiyor. Haliyle Türk, bunlardan ayrı değil o da değişiyor. Ruh da değişiyor, daha bir pırıl pırıllaşıyor, bu parıldayan neslin kuvvetli bir kalemi var. Dergiler çıkıyor, makaleler, şiirler, öyküler… Ancak anlatı kabiliyeti çokluğuna nazaran, yazın alanında hala çok eksiğiz. Utanıyor ya da üşeniyoruz. Bence üşeniyoruz. Türk’e bir kaç yüzyıldır yapışan bu tembellik “hasletini” üzerimizden atmakta güçlük çekiyoruz, özellikle ürün ortaya koymada.

Öykünmeden öykülemek gerek, Rus’a, Alman’a, İngiliz’e ya da başka birine öykünmeden. Türk’ün dili kuvvetli, haznesi geniş, hafızası taze, değerlendirmek gerek, yazmak gerek, nesle aktarmak, tarihe bırakmak. Oysa hepimizin ne kadar çok anlatacak öyküsü var, düşüncesi, üzüntüsü, eleştirisi, haykırışı yaşadığı ya da yaşamak istediği, yaşamak istemediği ama kurguladığı yahut dinleyip etkilendiği ne çok şey.

Gülmek için, bilmek, öğrenmek için, öğretmek için hatta sevmek ve sevilmek için, biraz daha iddialı olayım; Türk, ‘olmak’ için yazmak zorunda. Evet olmak, var olmak, varlığını ölümsüzleştirmek… Tarihin başından, uzayın dahi bilinir olmaya başladığı bu çağa kadar kendine has öyküsü ile gelen Türk, bundan sonraki yolu da kendince gidecek ama bu yürüyüşü yazdıkça ses getirecek, yazdıkça daha çok bilinecek.

Yaşa, anlat, yaz arkadaş.

Üstte gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe Türk’ün öyküsü bitmez arkadaş!

Sen yaz!

Mustafa Oğuz BAYAT

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir