Yunanistan’ın Batı Trakya’da 5 Türk okulunu daha kapatmasıyla Türk dünyasının bir kez daha sızlayan yarası; “Batı Trakya Türklerinin” vaziyeti, epey sınırlı şekilde de olsa bugünlerde basınımızın gündeminde. 

Soldan Sağa: Afet İnan, Venizelos, Bayan Venizelos, Atatürk

İşin aslı, Atatürk ve Venizelos’un harpten sonra başlattığı iyi niyet ortamı İsmet Paşa ve Adnan Menderes döneminde de devam ettirilmişti. Öyle ki, Lozan’da Batı Trakya Türklerinden “müslüman azınlık” olarak bahsedilmişken, Mübadele Anlaşması’nda “Türk” ifadesi açıkça kullanılmıştır. Bu dostluk rüzgarlarının estiği dönemde Yunanistan “Türk etnik kimliğini” tanımış hatta Türk isminin okulların adında geçmesini kanunla dahi zorunlu hale getirmiştir. Lâkin Türkiye-Yunanistan ikili ilişkilerinin izlediği rota sebebiyle 1955’ten itibaren bu durum artık tam tersine dönmüştür. Örnek olarak 1987 senesinde “Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği” ve “Gümülcine Türk Gençler Birliği Derneği”, “Türk sıfatının Yunan vatandaşları ve Müslüman Yunanlılar için kullanılamayacağı” gerekçesiyle kapatılmışlardır. Kökleri yarım asırdan öteye uzanan bu baskı politikalarını, bunların açık ve acı neticelerini hemen her alanda görmek kabildir. Örneğin bugün, Yunanistan’da okur-yazarlık oranının en düşük olduğu yer Batı Trakya’dır. Yunan Hükümeti, Batı Trakya Türklerinin eğitim haklarına mütecaviz politikalarını uzun yıllardır sürdürüyor. Lozan’a göre azınlıkların kendi eğitim kurumlarını işletme hakkı olsa da, Hükümet bu kurumları “Din İşleri ve Eğitim Bakanlığı’na” bağlı olarak elinde tutuyor. Bu da zaten bölgede süregelmekte olan “sistematik eğitimsizliğin” Yunan Hükümeti açısından bir tür sağlayıcı cihazıdır.

“TEK SUÇUMUZ YUNANİSTAN’DA TÜRK OLMAK”

Uzun yıllar boyu, Türk azınlığın üzerinde güdülen baskı politikaları kapsamında, Türklerin topraklarının ellerinden alınması, hukuken “yetim” kılınmaları, Türklerin yerel yönetimlerdeki “çöpçülük, temizlikçilik” gibi işler haricinde kamu görevlerine asla kabul edilmemeleri, Türklerin kurduğu vakıf, dernek gibi her türlü sivil toplum kuruluşunun ortadan kaldırılması ya da işlemez hale getirilmesi ve Yunan Hükümetinin üzerlerinde sürdürmekte kararlı olduğu “sistemli eğitimsizlik politikası” vasıtasıyla Batı Trakya Türkleri bugün, “karnını doyurmaktan” başka hiçbir şeyi düşünemez bir topluluk halinde tutulmaya çalışılıyor. Bütün bu asimilasyon siyaseti neticesinde, Türk azınlığın ekseriyeti kaliteli ilköğrenim alamadığı için yüksek eğitimden fiilen mahrum durumdadır. Yüksek eğitimin olmadığı yerde de haliyle öğretmen yetişmiyor ve Yunan Hükümeti Türk öğretmenlerin olmadığı yerleri Yunan öğretmenlerle doldurarak Türk okullarında Türkçe eğitimi her fırsatta daha da kısıtlıyor. İhtiyaca binaen, İstanbul’daki Rum öğrencilerin öğretmenlerine karşılık olarak Türkiye’den gönderilen öğretmenlerin, vazifelerine yönelik her türlü engellemeyi yapan Yunan Hükümeti, bu öğretmenlerin bir kısmını da her yıl reddediyor. 1973 yılından beri Türkiye’de eğitim görüp Yunanistan’da vazife üstlenmesi için girişilen hiçbir öğretmene, Batı Trakya’da Türk dilinde eğitim veren hiçbir okulda çalışma müsaadesi verilmedi. Her yıl, Türk okullarında eğitim döneminin başlamasına yakın başlayan ve uzun süren göstermelik tadilatlarla zaten zor işleyen müfredatta mütemadiyen değişiklikler yapılıyor ve maksatlı çıkarılan kanun gereği sınıra yakın yerlerde inşaat ve tamiratların ruhsata tabi olması nedeniyle okullara gerekli bakımları yapılamıyor. Bütün Batı Trakya’nın da bu “sınıra yakınlık” kapsamına girdiğini siz de takdir edersiniz.

Batı Trakya Türklüğünün gördüğü mezalim tabii ki eğitimle sınırlı değil. Şüphesiz ki vakıflar bir cemiyetin varlığını koruyan en mühim cihazlardandır. Lozan, 40. maddesiyle “Yunanistan’daki müslüman azınlığa, masrafları onlara ait olmak üzere, her türlü hayır kurumlarıyla dini ve toplumsal kurumları, okulları kurmak, yönetmek ve denetlemek” hakkını tanısa da Yunan Hükümeti Türk azınlığın bu hakkına saygı duymuyor. Ülkede başa gelen darbe yönetimleriyle bu vakıfların idareleri çok defa değişse de bu değişikliklerin asla Türklerin haklarını iade eder şekilde gerçekleştiği vaki değildir. Son yıllarda bu baskılar hafiflemiş olsa da müdahaleler hala sürüyor. Zaman zaman bu vakıflara ait, hukuken vergiden muaf olan birçok menkul ve taşınmazlara hayali vergiler tahakkuk ettirilip, sonra da ödenmediği gerekçe gösterilerek ipotek konuluyor, kısaca vakıf malları zamana yayılan bir tür yağmaya tabi tutuluyor.

“Lozan Konferansı Zabıtları” ve Anlaşma’nın resmi verileri dikkate alındığında Batı Trakya Türkleri 1920’lerde bölge arazilerinin % 84’üne sahipti. Günümüzde bu oranın % 20’lere düşmüş olması Türk azınlığın üzerindeki baskının ne denli kuvvetli olduğunu gözler önüne seriyor. Göreve gelen -neredeyse- bütün Yunan hükümetlerinin Yunan vatandaşlarının bölgeden toprak alması için sağladığı imtiyazlar, ayrılan kotalar, Türklere ait bu toprakların kamulaştırılması ve “anasdasmos” denen arazilerin birleştirilmesi uygulamasına tabi tutulması, Osmanlı toprak dağılımının ve mülkiyetlerinin durum Yunanlıların lehine olduğunda tanınıp, Türklerin lehine olduğunda çift standart uygulanarak tanınmaması gibi baskı politikaları sonucu toprak dağılımı böyle dramatik bir biçimde değişmiştir. Kamulaştırılan arazilerin % 80–90’ının Türklere ait olması kamulaştırma politikasının amacını sarih şekilde ortaya koymaya yetiyor. Temelde “verimli arazilerin değerini artırıp, kullanılmayan araziyi yeniden tarıma kazandırmayı hedefleyen, miras gibi sebeplerden dolayı bölünerek zamanla ekonomik verimliliğini kaybetmiş toprakların kendi aralarında ya da başka topraklarla birleştirilerek yeniden dağıtılmasına” dayanan “anasdasmos” uygulaması sıra Türklere geldiğinde hep en verimli arazilerin alınıp, daha büyük ama verimsiz ve değersiz arazilerin verilmesi şeklinde işlemiştir.Batı Trakya’daki arazi dağılımını kendi lehine değiştirmek konusunda insan haklarını ihlâl etmekte ve kendi yurttaşları arasında etnik temelli ayrımcılık yapmakta hiç beis görmeyen Yunanistan, Batı Trakya’daki demografik yapıyı Türklerin aleyhine değiştirmek için de elinden gelen çabayı sarf etmiştir. Bölgedeki Türk azınlık baskı siyaseti ile vatanlarından göçe zorlanmış ve dönemin Sovyetlerinde yaşayan Yunan kökenliler çeşitli imtiyazlar ile getirilerek Batı Trakya’da iskân edilmişlerdir. Bu taşıma nüfusa Batı Trakya Türklerine ait birçok araziler kamulaştırılarak dağıtılmış ve üstüne, Rodop ilinde “Romania” ve İskeçe’de “Eketenepol” adlı göçmen yerleşimleri oluşturulmuştur. Son olarak, bölgede demografik dengeyi bozmaya dönük yapılan en ırkçı uygulama ise öyle sanıyorum ki 1999 yılında Yunanistan Başpiskoposu Hristodulos’un Batı Trakya’da üç çocuğa sahip olan “Elen-Ortodoks” ailelere yerel metropolitliklerce ayda 40 bin Drahmi maddi yardım yapılmasına yönelik kararıdır. Bütünüyle ırkçı emeller taşıyan bu uygulama herkesçe anlaşılacağı üzere bölgenin demografik yapısını Batı Trakya Türklüğü aleyhine değiştirmeyi amaçlamaktadır. Lâkin bence bütün bu uygulamaların içinde en zalimâne olanı “vatandaşlıktan ıskat” meselesidir. 1955 senesinde çıkarılan “3370 Sayılı Yunan Vatandaşlık Kanunu’nun” 19. maddesi hem Yunan Anayasası’nın 1. ve 2. maddelerine, hem de Lozan’a aykırı bir şekilde vatandaşlık hakları açısından “Yunanlı ile Yunanlı olmayanı” birbirinden ayırmış ve uzun yıllar boyu Yunan hükümetlerinin elinde; bölgenin etnik fotoğrafını Yunanlılar lehine değiştirmek adına en mühim cihazlardan biri olmuştur. Bu zalim uygulama 1998 yılı başında kaldırıldığı o güne kadar çeşitli bahanelerle, toplamda 60.004 Batı Trakya Türkü vatandaşlıktan atılmıştı. Bu kanun öyle bir garabettir ki, “vatandaşlıktan çıkarma” yetkisini Ulusal Konseye danışılması koşuluyla ancak hangi kriterler üzerinden kullanacağı belli olmayan bir şekilde İçişleri Bakanlığı’na vermiştir. Bu hesapsız (ve hesaplı) inisiyatif aslında bir kriter gözetmek durumunda da değildi; zira, tek bir amaç vardı: “Batı Trakya Türklerinin sayısını mümkün olduğu kadar azaltmak!”

Dr. Sadık Ahmet ve Alparslan Türkeş

Batı Trakya Türklüğünün en sancılı ve bir türlü çözüme varmayan meselelerinden biri de “müftülük meselesi”. Hâlihazırda da, Gümülcine ve Dedeağaç’ın ikişer ayrı müftüsü var. Birisi atanmış, birisi seçilmiş olan; aynı anda iki müftü. Tuhaf değil mi? Türk azınlık 1985 senesine değin 1913 Atina Anlaşması gereği kendi müftülerini kendisi seçiyordu. Hukuktan eğitime; vakıf işlerinden cami idarelerine kadar müslüman azınlığın neredeyse bütün meselelerine dair yetkileri ve görevleri olan müftüler Yunanistan’daki diğer Hristiyan din adamlarıyla eşit haklardan ve muafiyetlerden yararlanıyorlardı. Lâkin 1984 yılında Gümülcine Müftüsü Hüseyin Mustafa Efendi’nin vefatıyla yerine Yunan Hükümeti tarafından Rüştü Ethem atanır. Müslüman azınlığın fikri alınmadan yapılan bu atama üzerine Türkler 1990’da yeni ve resmi makamlarca kabul görmeyen bir seçim yaparlar ve Mehmet Emin Aga İskeçe’ye, İbrahim Şerif de Gümülcine’ye Müftü olarak seçilir. Yunan Hükümeti bunun üzerine 2345 sayılı kanunu kaldırır ve yerine 1920 sayılı kanunu getirir. İşte bu yeni kanun, müftülerin cemaat tarafından seçilmesini men eder ve müftülerin tayini hususunu bütünüyle Yunan Hükümetine bırakır. Daha sonra çıkarılan kanunlar ile müftülerin ellerinden vakıf malları üzerindeki yetkilerinin alınması ya da diğer Müslüman cemaatlerle yapılacak yazışmaların Türkçe olmasının yasaklanması gibi dayatmalar ihdas edilir. İşte, müftülük meselesinde ikiliğin ortaya çıkmasına giden süreç aşağı yukarı böyle gelişir.

İskeçe Seçilmiş Müftüsü Ahmet Mete

Şu anda İskeçe’de biri Yunan Hükümeti tarafından atanmış olan Mehmet Emin Şinikoğlu ve diğeri İskeçe Türk Azınlığı tarafından seçilmiş olan Ahmet Mete olmak üzere iki müftü bulunmaktadır. Aynı şekilde Gümülcine de biri Yunan Hükümeti tarafından atanmış olan Cemali Meço ve diğeri Gümülcine Türk Azınlığı tarafından seçilmiş olan İbrahim Şerif olmak üzere iki müftü bulunuyor. Her ne kadar AİHM tarafından, 14 Aralık 1999’da İbrahim Şerif davasında “Şerif’e karşı yürütülen idari işlemlerin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin düşünce, din ve kanaat özgürlüğüne dair 9. maddesinin ihlali” olduğu gerekçesiyle ve 2006 yılında Mehmet Emin Aga davasında bir kez daha haksız bulunarak mahkum edilmiş olsa da, Yunanistan; gayrimeşru uygulamalarıyla zaten bin bir türlü gadre uğrattığı Batı Trakya Türklerini dini anlamda da bölmek çabasıyla haksız ısrarını sürdürüyor. Öyle ki Yunan Hükümeti Batı Trakya Türklerinin hür iradeleriyle seçtikleri Müftüleri İbrahim Şerif ve Mehmet Emin Aga’yı defaatle yargılamış ve haksız hapis cezalarıyla cezalandırmıştır. Mevcut İskeçe Seçilmiş Müftüsü Ahmet Mete tehdit edildiğini açıklamıştı. 2017 yılında cenaze namazı kıldırdığı için “makamı gasbetmek” suçundan 7 ay hapis cezasına çaptırılan Mete, Yunan Maliyesi tarafından yeni aldığı arabasının kredisini bildirmediği gerekçesiyle 41 bin Euro para cezasına çarptırılmıştı. Tam da sırası gelmişken Yunan Hükümeti’nin “uygun gördüğü hallerde” vergiden muaf olan vakıf mallarına dahi vergi tahakkuk ettirip borcun ödenmemesi gerekçesiyle ipotekler koyduğunu hatırlatmak isterim. Ayrıca Atina yönetiminin seçimleri kaldırarak atamalar yapmasını eleştirdiği için yargılanan gazeteciler Cengiz Ömer ve Feyzullah Hasankaya geçtiğimiz şubat ayında 15’er ay hapisle cezalandırılmışlardı.

Gümülcine Seçilmiş Müftüsü İbrahim Şerif

İşte Batı Trakya Türklüğünün üzerindeki mezalim öyle birkaç okulun kapanması ile mahdut bir mesele değildir. Yunanistan’ın zalimâne politikaları yıllardır durmadı. Batı Trakya Türkleri’nin nefesini ebediyen kesmeye azmettikleri ama Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde gevşetmek zorunda kaldıkları ilmeği yine ve yeniden, her fırsatta daha da sıkıyorlar. Faal olarak kullanılan, tarihi eser statüsündeki camilerin tadilatı için ruhsat vermek konusunda dahi her türlü zorluğu çıkarıyorlar.

İki Devletin diplomasi tarihinde görüldüğü üzere Batı Trakya Türklerinin durumu ile diplomatik gelişmeler hep paralellik gösterdi ve bugün; hem Ege’de, hem Doğu Akdeniz’deki durumu dikkate alırsak Türk azınlığın şu anda ve yakın gelecekte muhatap oldukları, olacakları şartlar ile ilgili iyimser olmak maalesef mümkün değil.

Batı Trakya Türklüğünü yetim koymak hür ve hürriyet aşkıyla mayalanmış olan Türk Milleti için züldür. Devletimizin Batı Trakya Türklüğü uğruna Doğu Akdeniz ve Ege’deki haklarından vazgeçeceğini ya da aynını yapması için Yunanistan’ı ikna edebileceğini düşünmüyorum. Lâkin bu meseleyi düşününce hatırımda ilk canlanan, Müslüman Türk halkının namusunu Yunan’a ve Bulgar’a terk etmek anlamına gelen “Geri çekil!” emrini reddedip, tüm yetki ve rütbelerinden azade olarak tarihteki ilk Türk Cumhuriyeti olan Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni kuran Süleyman Askerî Bey ve silah arkadaşları geliyor. “Vakıf İmparatorluğu” kurmuş bir tarihin varisleri olarak “cemiyetçilik” anlayışımızı artık “köy, kasaba dayanışma derneklerinin” dışına çıkararak “Dış Türklerle” ve “Esir Türklerle” ilgili ciddi toplumsal çabalar ortaya koymalıyız. Önce Türk, sonra uluslararası kamuoyuna sağlıklı ve güncel bilgiyi ulaştıracak platformları ortaya çıkarmalı ve oluşacak kamuoyunun “Esir Türkler” için birikecek beklentilerini karşılamak üzere atılabilecek olan adımları da atmalıyız.

*Süleyman Askerî*

Tüm bunları yapmaya ve bu yolda çabalamaya tarih bizi memur eyledi. Zira unutmayalım ki şu söz bir dileğin değil, tarihi bir tespitin tezahürüdür: “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur.”